İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK AÇILIMINDA DEMOKRASİ VE LAİKLİK

  • Home
  • Makaleler
  • İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK AÇILIMINDA DEMOKRASİ VE LAİKLİK

Prof.dr.Berin ERGİN

İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK AÇILIMINDA

DEMOKRASİ VE LAİKLİK

I     ) GENEL AÇIKLAMA

Akdeniz ülkeleri bölgesel niteliklerden ve tarihi geçmişten kaynaklanan nedenler ile yaşam, düşünce, kültür açısından birbirleri ile yakınlaşma konusunda sıcak ilişkiler içindedirler. Bu ilişkiler ekonomik kültürel ve eğitim konularında olduğu gibi, çeşitli amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş sivil toplum örgütleri bağlamında da son yıllarda çeşitli platformlarda ülkelerin sivil toplum örgütlerinin bir araya geldiğini görmekteyiz. Toplumlar arasındaki bu yakınlaşma gelecek nesillerin bölgede daha mutlu ve refah içinde yaşamasını sağlayacak adımlar olarak tarihe geçecek niteliktedir.                  

Bugün bu toplantılardan biri Istanbul’da gerçekleştirilmektedir. Son yılların üzerinde en fazla durulan  konularından belki de en önemlisi İNSAN HAKLARI ,DEMOKRASİ VE LAİKLİK konularını gündeme getirerek Akdeniz ülkeleri arasındaki sıcak ilişkilerin gerçekleşmesine katkıda bulunmak istenmiştir. Panelin konusu olarak İnsan Hakları Demokrasi ve Laiklik konularının seçilmiş bulunması tesadüf değildir. Bu konular çok geniş bir yelpazede insan yaşamının her katmanı ile doğrudan ilgilidir. Bu nedenle toplumlar kendi yapılarına göre bu kavramlar ile ilgili uygulama ve yorumlama açısından çalışma içindedirler. Toplumlararası birliktelik ilişkilerin istikrarlı bir zemine oturmasını sağlar bu nedenle insan yaşamında önemli yeri olan bu kavramlar üzerinde tekrar tekrar durmak fikir üretmek ve gelişmesini sağlamak aydın insanların görevidir.

Kavramların içeriği her toplumda gereği gibi özümsenemediğinden ve yorumlanamadığından uygulamanın istenen boyutta olamadığı bir gerçektir. Bu kavramlar ulustan ulusa tarihi seyir içinde farklı yorum ve uygulamaların konusu olmuştur. Felsefi açılımında farklı görüşlerin oluşması bir bakıma zenginlik teşkil etmektedir. Demokrasi ve insan hakkı birçok ülkede kaynağı gereği batı tipi olarak ele alınmaktadır[1]. Ancak siyasi istikrarın olmadığı gerek askeri rejimlerde ve gerekse sivil rejimlerde bu ülkeler bağlamında kuralların paralelliğinden bahsetmek mümkün olamayacaktır.

Demokrasi laiklik ve insan hakkı konuları birçok uluslararası sözleşmenin, belgenin içeriğidir[2]. Kimin için, nasıl, neden, hangi şartlarla bu kavramlar ile yaratılmak istenen uygulamanın sağlanacağı, hak ve imkânların na olduğu refah ve en önemlisi özgürlük bağlamında önemli çalışmalar yapılmaktadır. Uluslararası kuruluşların sürekli çalışmaları halklara ve devletlere örnek olmaktadır. Bu çalışmalar aydınlanmanın devam ettiğinin en önemli göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Her şey insan için olduğu ve insanın en değerli varlık olduğu varsayımı ile heyecanla üzerinde çalışılan tüm bu haklar onca uğraşa rağmen nasıl bir manzara göstermektedir? Baktığımızda insanlık var olduğundan beri şiddet, savaş, istila, sorgusuz sualsiz savunmasız infazlar, kuralsız yönetimler, feodal sistemlerin uygulamaları, çağ dışı sistemler, yasa tanımayan uygulamalar, uluslararası anlaşmalara uymayan devlet uygulamaları ve ihlallerin hepsinin olumsuz faturası değerli varlık, insana çıkmıştır ve çıkmaktadır.

İnsan hakkı ihlallerinin demokrasiye aykırılık nedeni ile ve insan temel hak ve özgürlüğünün ve demokrasinin sağlanması adına gerçekleştirildiğini nasıl yorumlanmak gerekecektir?

Aydınlanma yaşamamış savunmasız, bilimsel ulusal savunma sistemi bilinçli olarak kurulmamış, veya zayıflatılmış ülkelerde, devletlerde insanların üçüncü bin yılda vahşet yaşaması nasıl açıklanacaktır?

Eski çağlardaki vahşet insanların doğa ile savaşması ve doğanın karşısında var olabilmek için mücadele etmesi içindi. Sevgi barış adalet hislerinin olmadığı dönemlerin aydınlanma çağı ile çoktan gerilerde bırakılmış olması gerekmez miydi?

Ancak eşitsizlik adaletsizlik zulüm sefalet gibi birçok unsurun halen sonuçlandırılamadığı gerçeğini yadsıyamayız. Uluslararası önemli belgeler ile varılmak istenen insana insan olduğu için değerli varlık olduğu için ona yaraşır bir şekilde hak ve imkânlar sağlanması için yaratılmış belgelerin uygulamadaki sonuçları hakkında kesin olumlu bir yargıya varmak hiçbir zaman mümkün olamamaktadır. Neden olamadığı hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekir se bu kuralların uygulamasının değerli varlık insan tarafından yapılmakta olduğu için demek yanlış olmayacaktır. J J Rousseu’nun bir deyişine göz atarak, insanın doğuştan iyi sonradan kötü hale geldiğini[3] belirtmesini esas alarak ve insanların gelişmesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün üzerinde önemle durduğu gibi akıl ve bilim rehberliğini kabul etmeleri ile ancak yanlışlardan kurtulmalarının mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Demek ki,  insanın hak ve onuruna yaraşır bir düzen içinde yaşamını sürdürebilmesi için demokratik düzen bağlamında öngörülen kuralların uygulanabilmesinde insanlar ancak doğru ve bilimsel bilgiye özgür düşünen bireyler olarak sahip oldukları takdirde kavuşabileceklerini ve bu kuralların insan yararı ve hakkı için uygulanabileceğini kabul etmemiz gerekmektedir.

Demokratik düzen uygulayıcısı iktidarlar en iyi sistemi bulmak için çalışma gayretindedir. Demokrasi ve laiklik vazgeçilmez kurallar olarak üçüncü bin yılda geçerliliğini korumaktadır. En iyi sistemin demokratik ve laik sistem olduğu yadsınamaz, çünkü dünyada insanlığın var olduğundan beri süre gelen vahşetin önüne set çekmeyi başarabilen şimdiye kadar yaratılmış yönetim biçimi içinde daha iyisi henüz bulunamamıştır.

Demokrasinin günümüzde kazandığı içerik doğduğu yüzyıldan itibaren büyük değişiklikler kazanmıştır. Değerli varlık insan için haklar çağdaş devletler tarafından sağlanmak istendiği için bu konuda çeşitli sözleşmeler yapılmış ve devletler bu sözleşmeler ile ülkelerinde insan haklarını uygulamak ve korumak için çalışmaktadırlar.

Özgür düşünen insanı, insan hakkını ve demokrasiyi ve laiklik konularını bir kaideye oturtabilmek için kısaca insan ile iç içe olan Devlet kavramı üzerinde durmak gerekir.

Asırlar boyu çeşitli filozoflarca bir takım açıklamalar verilerek devletin varlığı bir temele oturtulmak istenmiştir. Bu görüşlerin olumlu ve olumsuz yanları bulunduğu gerçeği karşısında toplum için çok önemli bir kurum olarak DEVLETİN varlığını ve kaynağını en iyi nasıl açıklamak olasıdır diye düşünürsek;

Tüm görüşlerden çıkan sonuç şudur ki;  Devletin kuruluş probleminin halli ancak teorik olarak açıklanabilmektedir. Genel anlamı ile ve her türlü Devlet yapısını ifade etmek üzere denebilir ki:

“Devlet sosyal bir yapılanma olarak insana hizmet vermek için ve insanın refahı ve mutluluğunu amaç edinmiş ve kötülükler, yağma, gasp, mücadele terör, haksızlıklar karşısında istikrarlı bir düzen  içinde güvenliğin sağlandığı bir sistemi kurabilmek için  insanların bir araya gelerek üzerinde yaşadığı bir vatanı ve ülkesi olan aynı veya farklı kültür din ,ırkta ve yapıdakilerin  oluşturduğu bir kuruluştur. Bu kuruluş doğa olayı olmayıp sosyal bir olay olarak ve sosyal bir varlık olan insanın doğumundan itibaren egoistçe varlığını sürdürmesi gelişmesi,  sulh ve sükûn içinde yaşamayı sağlamak ve en önemlisi sevgiye olan gereksinimi sebebiyle büyük bir aile içinde birlikte yaşamak için oluşturulmuş kurumdur. “

İnsan sosyal bir varlık olarak toplumda bir takım görevleri olduğunu idrak etmiştir. Gelişen insan, akıl ve bilim ışığında görev bilinci ile donandığında istikrarlı bir toplum oluşturma gereğini duymuştur. Sosyal hayatın dengeli olması asıl olup bu dengenin sağlanmasında Devletin oluşmasında mutlaka aynı soydan veya etnik kökenden gelmek gerekli değildir. İnsanlar dünyada çeşitli nedenler ile yer değiştirmiştir ve değiştirmektedir.  Savaşlar, göçler, evlenmeler, ekonomik nedenler, iklim şartları tabii afetler gibi olaylar aynı soy veya etnik kökenden insanların yaşadığı yurtlar şeklinde devlet oluşması devri geçmiş ve hatta hiç böyle tek soydan insanların oluşturduğu devletler de var olmamıştır. Bu nedenle insanların farklı etnik köken veya soydan olmaları, dillerinin, dinlerinin, inançlarının, felsefi görüş ve geleneklerinin ayrı olmasına rağmen toplum içinde birlikte yaşayabilmek için kendi rızaları ile hak ve özgürlüklerini devlet dediğimiz kurumun düzenlemesine terk ettikleri için, bireylerin oluşturduğu kuralları olan ve hukuk devleti dediğimiz kurum oluşmuştur.

İnsanlar kurdukları ve hak ve özgürlüklere saygılı yönetilmek için, yönetim bağlamında özgürlüklerini terk ettikleri bu kurumda karşılıklı olarak birbirlerinin hak ve menfaatlerine saygılı olarak yaşamayı amaçlarlar. Böylece Devlet dediğimiz sosyal kurumun siyasi otoritesinin koruması altına giren insanlar bir kısım haklarını bu otoriteye devir etmiş olurlar.[4] Değerli varlık insanın hak ve özgürlüklerinin düzenlenmesi, korunması devlet tarafından sağlanır. Korunması gereken insan hakkı nedir ve neden korunması gerekmektedir?

II     ) İNSAN HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ  [5] VE ÖZGÜR İNSAN

 

İnsan ve Hak kavramının birleşmesi ile günümüzün dilden düşmeyen kavramı İnsan Hakları kavramı ortaya çıkmıştır. Nasıl bir tanım yapılabilir.

İnsan VE Hak birbirinden ayrılmaz olgu olarak, biri biyolojik bir varlık diğeri sosyal bir değer olarak toplumda insanların birlikte yaşayabilmesini sağlayan ve insanlar tarafından konulan kurallar bütünüdür.

İnsan hakları kavramı çok yalın bir kavram olmayıp içinde çok derin felsefe ve insanı esas alan ve insandan kaynaklanan davranışları barındıran nitelikleri içerir.

İnsanoğlu dünya denen planette var olduğundan beri tüm bilebildiğimiz ve bilimsel olarak algılayabildiğimiz tarihi geçmişinde sürekli mücadele halinde olduğudur.

Binlerce yıldır yaşadığımız bu planette çeşitli şekillerde yaşayarak gerek tabiattan kaynaklanan nedenlerle ve gerekse insan faktörünün oynadığı veya toplumların birbirleri ile ilişkilerinden kaynaklanan nedenler ile büyük yıkımların olduğu ve yeniden yapılanmaların yaşandığı bir serüven içinde çeşitli uygarlıklar kurarak bugünlere gelinmiştir.

Gelişmiş ve çağdaşlığı ilke edinmiş insanların ve toplumsal olaylara insancıl bakma eğiliminde olan, özgür ve bilinçli insanların varlığı ve gerek yönetici ve gerekse filozofların gayretleri ve etkinlikleri ile birçok ulusal ve uluslar arası kuralların doğması mümkün olmuştur. İnsanların vahşet içinde kalarak hayattan ümitlerini kestikleri anlarda hep bir kurtarıcı gelmiştir. Bu kurtarıcılar ya bir dini temsilen veya halkı zalimin elinden kurtararak iktidar olmuş hanlar, krallar, prensler, imparatorlar, devlet adamları veya iktidarlara akıl veren filozoflar, bilim adamları gibi kişilerdir.

İnsan Hakkı da insanların umutlarını yitirdikleri bir dönemde ortaya çıkan kurtarıcının koyduğu kurallar ile çağdaşlığa yol alan bir gemi gibidir.

İnsan hak ve özgürlükleri insanın, insan haysiyet ve onuruna yaraşır bir şekilde yaşamasını ve toplum içinde haklardan ve menfaatlerden eşit olarak yararlanmasını sağlamak için yaratılan haklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şey insan için diyoruz kim bu insan? Önemli varlık insandan bahsediyoruz ancak tarih sahnesinde görüntüsü nedir? Nasıldır? Panaromik olarak baktığımızda, ortaçağa kadar ve ortaçağda da insanın kim olduğu hiç önem taşımamış, çünkü insanın kim olduğu ve yeri Tanrı katından zaten belirlenmişti.

Rönesans ile dinsel yaşantıya özgürlük getirilmiş ve tanrısal inancın vahiy ile değil, bunun aklın bir ürünü olduğu, keza dini inançların aklın ürünü olduğu tarih boyunca ortaya çıkan dinlerin akıl ile yaratıldığı tartışılır olmuştur. Tanrının varlığı ve ona saygılı davranılması gerektiği, böyle düşünmenin insanı erdemli yapacağı olgusu da ileri sürülen görüşler olarak insan ve din arasındaki ilişkinin yorumlanabildiğini görmekteyiz.[6]

Demokrasinin olmadığı eski dönemlerde esasen haklardan ve özgürlükten bahsetmek mümkün değildi. Bu bağlamda, aydınlanma çağında akıl ile ve deneyle bilimsel bilgiye ulaşmanın gereği ve konuların akıl ile çözümünde insanın temel alınmasının önemi ortaya atılmıştır. İnsan canlı bir varlık olarak ilk temel gereksinmeleri için bireysel faaliyet gösterirken, toplum içinde şekillendiğinde dini, ahlaki, hukuki siyasi ideallere sahip olmuştur. İnsan önemi anlaşıldıkça, toplumun oluşmasında iyiyi gerçekleştirmek için insan özgürlüğü ve güvenliğinin araştırılması önem kazanmıştır.[7]

İnsan hak ve özgürlüklerinin evrensel nitelik kazanması ile haklar hukuken sağlandığı ölçüde geçerli olmuştur. Ancak belirtmek gerekir ki, her özgürlük hak olarak kabul edilemez, hukuk düzenince kabul edilmiş haklar bağlamında özgürlükler söz konusu olabilir. Hukuk düzeninin korumadığı hakların özgürlük bağlamında kullanılabilir olması mümkün değildir. İnsan hak ve özgürlükleri Devletin koyduğu kurallar ile hukuken güvence altına alınmış ayrıcalıklardır. Özgürlük bir hak olarak insanın davranışlarının sınırlarını belirtir. Kişinin özgürlüğü kendisine verilmiş hakların kullanılmasında veya kullanılmamasında sahip olduğu karar verme yetkisidir. İnsan sahip olduğu hak ve özgürlükleri Devlet dediğimiz kurum içinde onun koyduğu sınırlar içinde kullanmaktadır.[8]

Bu bağlamda insan ve Devlet iç içedir.[9] İnsan çağdaş evrensel değerlerle donanmış olarak yaşamını sürdürebilmesi için toplum kurallarının insan doğasına uygun olarak da gelişmesi kaçınılmazdır. İnanç ve tapınma insanların doğasında olan sosyal yapılanmada göz ardı edilemeyecek konu olarak yüzyıllar içinde çeşitli eğriler göstererek etkinliğini sürdürmüştür. Üçüncü bine geldiğimizde din faktörünün yeryüzünde artan bir ivme ile toplumları yönlendirme performansı gösterdiğini de yadsımadan ve bu gelişmenin rolünü de unutmadan açıklamak gerekir ki, insan usunu kullanmaktan vazgeçerse gelişmesi durur ve makineleşir. İnsan sosyolojik bağlamda toplumun ayrılmaz parçası olan din olgusundan ve dini otoritelerin baskıcı ve dogmatik tutumundan tek renkli düşünce yapısından etkilenir düşünce yapısında dünyevi ve vicdani konuları birbirine karıştırma alışkanlığını kolayca edinebilir. İnsanın kendisi ve toplum için olumlu düşünce yapısına erişebilmesi için toplumun sosyal yapılanmasının önemi büyüktür. Aksi halde din ve vicdan özgürlüğünün tüm haklar sarmalını etkilemesi ve yönetmesi insanı dolayısıyla toplumu olumsuza götürür. Bu sonucun gerçekleşmemesi ve mutlu özgürlüklerin olduğu eşitliğin ve adaletin sağlandığı bir toplum için insanların özgür düşünce yapısında olması asıldır.

Özgür düşüncenin demokratik sistem içinde gelişebileceği idraki içinde insan, sahip olduğu ve olmaya çalıştığı hak ve özgürlüklerin anlam ve değerini özümsemelidir. İnsan toplumdaki olumsuz gidişattan kendini kurtarabilmeli, gerçeği araştırmada usunu kullanmalı, sübjektif ve ezber olan ve bilimsel olmayan bilgileri ret etmelidir. Kulaktan dolma ezber olarak öğretilen akıl ve bilim dışı söylem ve yorumları, dış âlemin etkisinde kalmayarak yanlışa düşmeyerek akıl süzgecinden geçirmeyi öğrenmelidir. Ancak böylece değerli varlık olabilecektir ve toplum kuralları olarak kendisine sunulan hak ve özgürlükleri insana yaraşır bir biçimde kullanabilecektir.

Değerli varlık için toplumda onurlu yaşamasını sağlamak adına çağdaş devlet kurumları, insan hakları üzerinde odaklanmaktadır. Bu hakların neler olduğu konusunda bir liste yapılması mümkün değildir. Bazı anayasalar bunu listelemek istemişler ancak listelenmesi hakların sınırlanması niteliğinde olacağı açısından böyle bir girişim olumsuzdur. Devlet esasen kamu yararı açısından özgürlüklere yasal sınırlama getirebilmektedir. Uluslararası belgeler insan hak ve özgürlüklerini düzenlemeye gayret etmektedirler. Esasen toplumsal her konu insan hakkı bağlamındadır.  Bu haklar da zaman ve mekân içinde tekâmül ederek gelişmekte ve genişlemektedir. İnsanın özgür düşünme ve düşünce yapısı içinde olması bu hakların sınırlarının sürekli gelişmesini ve değişmesi sonucunu birlikte getirmektedir. İnsanlık tarihinin incelenmesi ile insana yönelik hak ve özgürlüklerin neler olduğu ve olabileceği zaman mekân ve gerek ekonomik ve gerekse teknolojik gelişme sürecinin etkisinde kalan bir olay olduğu görülmektedir.

İnsanı demokratik düzen içinde mutlu sevgi dolu ve kardeşlik duyguları ile bezenmiş ve özgür düşünebilen hale nasıl getirileceğini akıl ve bilim yolu ile çözmek yine insana düşen bir görevdir.

Hangi düzen kabul edilirse edilsin kuralların uygulanmasında, kuralları uygulayacak insan olduğuna göre insanın kendisini geliştirmesi yetiştirmesi gerektiği bir gerçektir. İnsanın aklını kullanarak kendini yönetecek kuralları koymuş olması yetmemektedir. Kuralların uygulanmasında da akıl ve özveri ve bilinç gereklidir.        Akıllı insan özgür düşünen ve düşünme sanatına vakıf kimsedir. Bilgi sahibidir, deney yapar ve akıl ile doğru bilgiye ulaşır. Ancak sosyal ortamdan etkilenerek yanlışlıklar yapabilmektedirler.

İşte sosyal varlık insanın olumsuzlukları nedeni ile insanı insana karşı korumak adına insan hakkı, yaratıcı özgür düşünceli ve gelişmiş düşünce üreten insanların aklı olarak ortaya çıkmıştır.

Bilgi ve bilimsel bilgi için insanın özgür düşünebilen nitelikte olmalıdır. Devletin sağladığı ve güvence altına aldığı özgürlüklerin kullanılması da özgür düşünceli olmayı gerektirir.

Gerçeğin ve insanlık için olumlunun bulunmasında etki altında kalmayacak ve bilimsel düşünceden ayrılmayacak insan tipinin oluşması Avrupa’da ancak Rönesans ile mümkün olmuştur ve insana değer verilmesi gerektiği bilinci ile haklar ortaya çıkmıştır.

Buradan çıkarılacak sonuç şu ki, insanın özgür olması gerekiyor ki, kendisine sunulan fikirleri tartabilsin ve gerek kendisinin ve gerekse toplumun yararına olup olmadığı sonucuna varabilsin. Öyle ise insanı tanımlarken öncelikle vurgulanması gereken nitelik ÖZGÜR olmadır.

Çağımızda insanın özgür olmak istediğini ve her kalıptaki düşüncesine ve davranışlarına sınırlama getirilmesine tepkili olduğunu görmekteyiz. Tüm güçlerin ve düşüncelerin yaratıcısı insanın, çağın üstüne çıkabilen niteliklere sahip olduğu kadar, rasyonel akıl süzgecinden geçirmeden açığa çıkmış bilgiyi, bilimsel bilgi olup olmadığı ayırdına varamadığını ve bağnaz niteliğini idrak edemediğin görmekteyiz. Bilginin toplumun yok olmasına varan unsurları da içerdiğinin ayırdına varamayarak ve umursamayarak, toplumda sadece tüketen ve hiçbir yararı olmayan kişilik de sergileyebilmektedir.  Bağnazlığı yaygınlaştırmak adına fiil ve davranışlarını özgürlük adına kullanabilmektedir.

Bunun sonucu olarak ta insan,  içinde yaşadığı toplumun ulusal, dini, siyasal ekonomik değer hükümlerinin bir ürünü olmaya kolayca yönlenebilir ve akıl ve bilim dışı niteliklere sahip özgür düşünceli olmayan kimlikleri olan insanlar üreyebilirler.[10]

Hak ve özgürlükleri kullanabilecek insanda olmasını aradığımız özellikler ne olmalıdır? Bir genelleme yapmak gerekirse, öncelikle insanın iç ve dış özgürlüğe sahip olması gerekir. Özgür insan, dogmalarla uğraşmayan bağnaz olmayan ve bilgi edinmek için çalışan bilimin üstünlüğüne inanan, tüm dinlere aynı mesafede olan, saygı duyan, boş inançlar ile uğraşmayan, kaba güç kullanmayan ve kaba gücün tutsağı olmayan, düşünceli iyi nitelikli ve kültür düzeyi yüksek olan bir görüntüye sahip olmalıdır.

Olması gereken niteliklerini belirtmeye çalıştığımız insan sosyal konumu itibari ile toplumda diğer bireylere eşit davranmayı, sevecen olmayı, saygı duymayı bilen ve diğer bireylerin haklarına saygılı olma konularında kendini yetiştirebilendir.

Hak ve özgürlükleri kullanacak insana sağlanmak istenen haklar açısından genelleme yapmak gerekir se;  yasalarda açılımını bulan temel haklar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer almış haklar gösterilebilir. Bunlardan bazıları; Yaşama Hakkı (md 2 ) Özgürlük ve Kişinin Güvenlik Hakkı (md 5) Adil Yargılanma hakkı (md. 6)Özel Hayata ve Aile Hayatına Saygı gösterilmesi Hakkı ( md 8) Düşünce Vidan ve Din  Özgürlüğü (md 9)        İfade Özgürlüğü ( md. 10) Mülkiyet Hakkı ( 1. Nolu protokol 1. Mad) İşkencenin Yasaklanması ( md 3) Toplanma ve Örgütlenme özgürlüğü (md 11) Ayırımcılık Yasağı ( Md 14) önemli haklar olarak düzenlenmiştir. Bu hak ve özgürlüklerin sağlanabilmesi ve korunabilmesi için en önemli husus Devletin hangi sistem içinde kurulmuş olduğudur. Devlet rejiminin Demokrasi olmaması ve Laik bir sistem söz konusu değilse insan hak ve özgürlüklerinin uygulanabilir olması ve insanlara değer verilmesini beklemek olası değildir.

Hak ve özgürlüklerin sağlanması üçüncü kişilerin ve iktidarların tecavüzüne uğramaması ile mümkündür. Haklar hukuken düzenlendiği ölçüde korunur. Haklar ve özgürlükler toplumdan topluma ülkeden ülkeye ve farklı zaman dilimlerine ve devlet yönetim biçimlerine göre değişirler. İlk çağlardan günümüze kadar olan yelpazede filozofların üzerinde durduğu tartışmalı konulardan en önemlisi olarak, çağdaşlaşma sürecinde, ahlak anlayışı, eğitim, örf ve adetler,  ekonomik değerler, gelişmişliği etkileyen unsurlar olarak hak kavramının tanımında rol oynamıştır.

Bu bağlamda Hukuk Felsefesinin tartışmalı konusu hak kimilerine göre,  doğuştan var olduğu insanların haklara doğum ile sahip olduğu şeklinde açıklanmış, bir başka görüşe göre, hakkın Tanrı tarafından verildiği kabul edilmiş, bir diğer görüşe göre, hakların doğanın ürünü olduğu belirtilmiş hak olgusu doğa ile bütünleştirilmiştir.

Birçok farklı görüşlerdeki hak tanımı toplumun yapısı ve hakkın yapılandırıldığı dönemlere göre değişken olacağından her tanım açıklandığı dönem bağlamında geçerli olabilir.  Tanımlar içinde yaşanılan zaman dilimi ile paralel nitelikte olmaktadır. Haklar da toplumların tarihsel süreç içinde, halkın gereksinimi, kültürü ve gelişmişliği oranında doğarlar ve gelişirler.

Bu bağlamda hak tanımının düşünce yapısı ve inançlara göre şekillendiğini görmekteyiz. Düşünce yapısının düşünce özgürlüğüne sınır tanımayan sistem içinde olup olmadığı düşünen insanların özgür düşünceye sahip olup olamadıklarına göre ve toplumdaki özgürlük anlayışı çerçevesinde, hak ve özgürlükler belirlenir. Haklar hukuk devletinde hukuk kurallarının verdiği, sağladığı yetkiler ve menfaatler olarak tanımlanabilir.

Bireye verilmiş bir hakkın kullanılmasında onun iradesi ve verilen hakkı tasarruf etmesi menfaati için kullanması, dilediği gibi hakka dayanarak tasarruf etmesi, bireyin gücünü ve yetkisini açıklar.

Ancak burada açıkladığımız GÜÇ ün anlamı HAKKIN sınırsız ve vazgeçilmez bir güç olarak ortaya çıktığı şeklinde yorumlanamaz ve kullanılamaz.

Hak ve özgürlüklerin sınırsız olarak kullanılması mümkün değildir.  Devlet sistemi hangi biçimde olursa olsun, hakların kullanılması sistemin kuralları bağlamında sınırlanmalıdır. Bu sınırlama zaman bakımından mekân bakımından iyi niyet çerçevesinde ve hukuk kuralların çizdiği çerçeve içinde olabilir.

Kısaca denebilir ki  hak bireyin, diğer birey veya canlıların hayatlarına varlıklarına eşyalarına ve egemenliği altında olan ve korudukları malvarlıklarına ve canlarına zarar vermeksizin ve müdahale etmeksizin kendi hayatlarını ve başkalarına zarar vermeyerek yaşamak özgürlüğüdür.

İnsan hakları ve özgürlüklerden bahsedebilmek için tekrar edelim ki. Devlet kurumunun gerekliliği tartışmasız olduğu gibi Devletin sadece var olması yeterli değildir bu hakların sağlanması için Devletin pozitif yükümlülüğü de [11] bulunmaktadır.

Devlet adaletin sağlayıcısı olarak toplumsal birliği sağlamakla görevlidir.[12] Devlet topluma özgü bir yapılanma olarak, birçok unsurun bir araya gelerek oluşturduğu bütündür. Devletin amacı sadece insanları bir araya getirmek değil onların bir arada iyi yaşamalarını sağlamaktır.       Demokratik laik bir devlet anlayışı içinde Devletin vatandaşına karşı Anayasalar ile belirlenmiş ve sosyal niteliği ağır basan görevleri bulunmaktadır.

Devlet çağdaş yapılanmada pozitif yükümlülükler adı verilen ve vatandaşların refahını eşitlik içinde adil bir düzen içinde her türlü tecavüz ve haksızlıklara karşı korumak için konulmuş hükümlerin uygulanmasının sağlanması bağlamında yükümlülükler de üstlenmiştir. Devlet yönetim erkini kullanırken düzenin gereklerinin ifasında onların takipçisi durumundadır. Yasalar ile bir takım hak ve menfaatlerin sağlanmış olması devletin vatandaşlara karşı görevini ifa ettiği anlamını taşımamaktadır. Yasaların gereği gibi uygulanmasına ilişkin yükümlülükleri de vardır. Devlet kuralların yanlış uygulanmasından ve bireylere zarar vermesinden dolayı sorumludur.

Bunun anlamı devletin kuralları uygulamakla yetkili ve görevli kıldığı organlarının, bireylerin işlerini yaparken kurallara uygun olarak işlem yapıp yapmadığını ve fertlere zarar verip vermediğinin esaslı bir şekilde denetlenmesi gerektiğidir. Devletin pozitif yükümlülüğünün içeriği yukarıda açıklandığı gibidir.[13]Pozitif yükümlülük aslında devletin yasalarda belirtilmiş görevlerinin yerine getirilmesi ile ilgilidir. İnsan Hakları Sözleşmesindeki hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusu Devletin pozitif yükümlülüğü olarak betimlenir.

Sonuç olarak açıklamak gerekir ki, insan için ve özgürlüklerin sağlanması için demokratik bir yapılanma içinde kurulmuş DEVLET in olması asıldır.

Örgütlü olarak yaşamak gereği ve bilinci ile Devletin varlığı kaçınılmaz olup onun yerine ikame edilecek başkaca bir kurum düşünmek bugün için mümkün değildir. Ulus Devlet bilinci yok edilmeden ve ülke sınırlarının varlığı korunarak uluslararası ilişkilerin insancıl politikalarla en iyi düzeye getirildiği bir sistem içinde din dil ırk cins renk  inanç felsefe ayırımı gözetmeksizin insanlara mutlu bir gelecek vaat etmek doğru bir yoldur. Özgür devlet politikası özgür insanın olmasını sağlar ki, devleti meydana getirmek için bir araya gelmiş insanların, insancıl, bilimi esas alan, eşitliğe inanmış, özgür düşünceli olmaları gerekir.

İnsan hak ve özgürlüklerin toplumda genel kural olarak kabul edilebilmesi hukuken ileri sürülebilmesine bağlıdır. Yüksek nitelikli özgür düşünceli insanlardan oluşmuş toplumların oluşması için, insandaki nitelikler gereği insan haklarına ilişkin toplumsal kurallar gereklidir. İşte burada en önemli unsur, hukuk kuralı ortaya çıkmaktadır. Hukuk tarafından bir hakkın tanınması ve kullanılmasına izin verilmesi hakkın meşru olduğunu gösterir. Yasa ile hak korumaya alınır. Böylece hakkın kullanılması yasal olmayan bir nedenle engellenmez. Yasanın tanıdığı kurala göre hak ve özgürlüklerin kullanılması toplum için zararlı nitelik taşımaz toplumun kabul ettiği yasa kuralları ile hak ve özgürlüklerin meşruluğu tescil edilmiş olur. Tüm bu kuralların varlığı ancak Demokratik sistem içinde gerçekleşebilir. Bu nedenle hak ve özgürlüklerin en iyi gerçekleşebildiği sistem Demokrasiden geçer.

Demokratikleşme toplumlarda bir süreçtir, ulusal iradenin belirmesi ve iktidar erkini kullananların yapılanmasında özgür düşünceli akıl ve bilimi kullanan, insancıllık esasını benimsemiş seçilmiş temsilcilerin aracılığı ile halk egemenliğinin kullanılması ile demokrasinin varlığından söz edilebilir. Başka deyişle yönetim erkini elinde bulunduran insanın çağdaş düşünce yapısına sahip olması gerektiği açıktır. Özgürlükler insan hakları ancak Demokratik bir devlette gerçekleşebilin. Demokrasi de egemenliğin ulusta olduğu, laik hukuk kuralları ile yönetilen bir sistemin varlığı demektir.[14] Laik hukuk kuralları, Laik bir devlet sistemi içinde gerçekleşebileceğinden bu kavramlar üzerinde duralım.

III     ) DEMOKRASİ ve LAİKLİK

A   ) DEMOKRASİ: Anadolu tarihçisi HEREDOT tarafından MÖ. 5 yüzyılda kullanılmış olan Demokrasi kavramı halk ve iktidar egemenlik kavramlarının birleşmesinden yaratılmıştır. Demos halk demek olup kratos egemenlik demektir. Demokrasi[15] eski Yunanda sitelerde uygulanan sistem olarak karşımıza çıkmıştır. Halkın devlet işlerine karışması şeklinde uygulaması sürdürülen bu sistem günümüze kadar halkın iktidarda egemen olmasını sağlayan yasaların gelişmesini sağlamıştır. Sürekli gelişme kaydederek ve çeşitli dönemlerde filozofların eski ve yeniçağda [16]farklı görüşler ve farklı halk kitlelerini esas alarak oluşturdukları anlatımlara göre değişiklikler göstererek üzerinde olumlu ve olumsuz fikirlerin üretildiği bir sistem olarak en mükemmel devlet yönetimi olarak şekillenmiştir.

İnsanın, insan onur ve haysiyetine yaraşır bir şekilde ve çağdaş kurallar ile yönetildiği bir devlet sistemi içinde yaşaması ve özgürlüklere sahip olabilmesi demokratik yönetim biçimi ile ve akıl ve bilimin esas alındığı dünyevi kuralların hâkim olduğu sistem içinde ancak mümkün olabilmektedir. Bunun için Demokrasi ve Laiklik dışında bir sistemin düşünülmesi bu yüzyıl açısından olası değildir. Olası değildir demekteyiz çünkü şimdiye kadar Demokrasiden başka bir sistemin daha iyi işleyebileceğine dair bir kural geliştirilememiştir. Demokrasi ve laiklik tanımları bilimsel olarak filozoflarca ve devlet doktrinleri üzerinde çalışanlarca birçok tanımı yapılmış ve üçüncü binyılda halen demokrasiden daha iyi bir sistem önerilmemiştir. Bu bağlamda toplumlar toplumu oluşturan aydın özgür bireyler sivil toplum örgütleri demokrasinin yaygınlaşması ve özümsenmesi için sürekli faaliyet göstermektedir ve nesiller boyunca da gösterilmeye devam olunacaktır.

Demokrasi istikrardır. Demokrasi eşitliktir. Bu iki kuramın yer aldığı daha iyi bir sistem yaratıldığı takdirde demokrasi yerine başka bir sistemin geçmesi belki mümkün olabilecektir. “Demokrasi, din, inanç ve düşünce özgürlüğünün sağlandığı; özgür düşüncenin yeşerdiği; hoşgörü ve uzlaşma kültürünün geliştiği; bir çağdaşlık kriteri olarak sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin gerçekleştirildiği yegâne rejimdir.

Devletler eşitlik ve özgürlük ilkesini gerçekleştirdiği ölçüde demokratik olabilirler.         Demokrasinin sağlanabilmesi demokrat düşüncenin özümsendiği toplumlarda mümkündür.                                                                                     Demokrasi ve Cumhuriyet kavramları egemenliğin ulusa ait olduğunu ve insan hak ve özgürlüklerinin hiç bir şekilde yok edilemeyeceğinin koruyucusu olarak betimlenir. Demokrasi insanı esas alır ve insanın aklına güvenir ve aklın gelişmesini özgür iradenin önemini kabul eden sistemdir. Özgürlüklerin önemini özümseyen sistem sevgiye akla laikliğe sarılıp akılcılık ve bilim yolunu seçip dini kurallara göre yönetim esasının olmadığı bir sistemin adıdır demokrasi.

Toplumlar özellikle Batı toplumları uzun soluklu çözümlerle Devlet sistemini Demokratik düzene oturtabilmişlerdir. Toplumun insan haklarına aykırı kurallarından kurtularak demokratikleşme bilincine kavuşturulması kolay olmamıştır. Demokraside siyasal iktidar vatandaşın iradesine uygun kurallar yapmak ve uygulamakla yükümlüdür. İktidarın kaynağı halkın iradesidir. Siyasal demokrasi halkın iradesinin söz konusu olduğu bir sistem olarak, seçim ile iş başına gelen iktidarlara geniş serbesti verilen bir sistem olmayıp insan hakları ile de sınırlanmış bir sistemin adıdır. Demokrasi hukuk devletinin varlığı ile kendini gösterir. Devletin ve siyasi iktidarın Demokratik kavramı ile anılabilmesi için siyasal iktidarın hukukun üstünlüğünü kabul etmiş olması asıldır. Siyasal iktidarın anayasa ve evrensel hukuk ilkelerine uygun bir yapılanma içinde olması yanında kuvvetler ayrılığı sistemini de uygulamakla yükümlüdür. Demokrasi geniş ve kapsamlı bir kavram olarak insan hakları ve hukuk devletinin varlığı ile açıklanır. Kuvvetler ayrılığının demokrasinin işleyişindeki önemi dengelerin sağlanması açısından kendini gösterir. İnsan faktöründen yukarıda bahsettik, her şeye rağmen insanın erki elinde tutmasından kaynaklanacak olumsuzlukların en aza indirilmesi devletin yönetiminde Yasama Yürütme ve Yargı erkinin tek elde toplanmaması ile mümkündür.

Demokratik sistemde kişisel özgürlükler kamu yararı dışında olarak korunur. Ulusal faydacılık esastır. Bu sistemin cazibesi insanların ihtiyaçlarının tatmin edilmesi ve mutlu bir yaşamın sağlandığı ölçüde istenen bir sistem olarak geçerliliği devam edecektir.[17] Ancak bu açıklamadan insanların hiç bir emek sarf etmeden çalışmadan ihtiyaçlarının görülmesi ve devlet tarafından mutlu edilmesi gibi bir anlayıştan bahsedilmediğini de vurgulamak gerekir. İnsanın mutlu olması için çalışması ve emek sarf etmesi asıldır. Emek ve insan çalışma birbirinden ayrılamaz. İnsanı insan yapan çalışma ve emektir. Çalışmanın insanın varlık nedeni gücü mutluluğu ve onuru olduğu bilinci ile Demokrasinin insana sağlamakla yükümlü olduğu refah ve mutluluğu değerlendirmek gerekmektedir.

Bu arada cumhuriyet kavramından da bahsetmekte yarar vardır. Çünkü Cumhuriyet ve Demokrasi birlikte kullanılan kavramlar olarak kısaca ifade edilen; Cumhuriyette, Devlet Başkanının irsiyet dışı yol ile göreve geldiği bir sistemin adıdır. Başka deyişle Devlet başkanının seçim ile veya zorla iş başına gelmesi önemli değildir. Sadece irsiyet yolu ile devlet başkanı olmamak gerekmektedir dar anlamda Cumhuriyetten bahsedebilmek için.

Ayrıca geniş anlamda cumhuriyet ile de; egemenliğin toplumun tümüne ait olduğu bir sistem modeli belirtilmek istenmiştir. Burada cumhuriyet ve demokrasi kavramları özdeşleştirilir. Oysa tarihi açıdan incelediğimizde bu ikisi arasında zorunlu bir bağ yoktur. Demokrasinin olmadığı cumhuriyetler olabilmektedir. Dar ve geniş anlamlı cumhuriyet demokrasi ile iç içe geçebilir. Şöyle ki, halkın egemenliği ile seçimle iktidara gelen hükümet başkanı seçimle halkın başına geldiğinden dar ve geniş anlamda cumhuriyet birleşecektir. Cumhurun Başkanı olacaktır, başka deyimle Cumhurbaşkanı diye adlandırılır.  Halkın geleceğini kendi tayin etmesinde doğrudan doğruya veya temsilciler marifeti ile yönetilmek geniş anlamda cumhuriyet olarak demokrasi ile iç içe çalışmaktadır. Cumhuriyetin nitelikleri farklı toplumlarda anayasalarda değişik açılımlar sergileyebilir. Ancak kısa ve öz olarak batı düşünce sistemi içinde, irsiyet darbe veya devrim ile iktidara gelme ve “ cumhuriyet” kelimesinin kullanılması ile ilgili konu ayrık olarak, bir tanım yapmak gerekirse; Halkın refahının huzurunun adalet anlayışı içinde gözetildiği demokratik laik hukuk kuralları olan, egemenliğin seçim sistemi gereği temsilen cumhur adına kullanıldığı sosyal bir sistemin kast olunduğu şeklinde Cumhuriyeti betimleyebiliriz.

Bu bağlamda Cumhuriyet ve Demokrasi ve laiklik kardeştir. Birbirini tamamlarlar. Biri olmadan diğerinden bahsedilemez. Aydın insanlar olarak ve insan özgürlüğünün en değerli sosyal kuram olduğunun bilinci ile, yaşadığımız toplumlarda bilimselliğin insancıllığın ve laikliğin ne denli gerekli kurumlar olduğunu bilmemiz asıldır. Bu bilinç ile çalışmalarımızı bu yönde sürdürmek gayreti içinde çeşitli sivil toplum kuruluşlarında emek vermemiz ve demokrasi laiklik mücadelesinin mutlu insan varlığı için kaçınılmaz olduğunu yaymayı amaç edinmemiz aydın güçlü sevecen insan olarak yüksek bir ülküdür.

B ) LAİKLİK  İLKESİ  VE TANIMI[18]

Demokratik devlet yapılanmasında gerçekleşebilen laiklik ile ortaya konulan kurum hakkında öncelikle kavramın ilk çağlardan beri ifade etmek istediği anlamlar üzerinde durmakta yarar vardır.

         Lâik-laiklik kelimeleri eski Yunanca’da  “laikos” Fransızca’da  “laicite” “laicisme” “laic” sıfatı karşıtıdır. Halk kitle anlamına gelen. “ laos” kelimesi kökünden oluşur. Laikos halka topluma ait olan demektir. Hıristiyanlığın yayılması ile kilise adamları ve bunlara inananlar gelişmiş bunların dışında olanlar da din dışı olarak nitelenmiştir. Ancak laik olmak dinsiz veya inançsız demek değildir. Din işleri ile uğraşmayanı betimlemek için kullanılmıştır. Bunları açıklamak için kullanılan Laiklik aynı zamanda sekülarizm ile de ifade edilmektedir. Laikos, toplumsal nitelikleri ne olursa olsun RUHBAN SINIFINA MENSUP olmamayı açıklamak için kullanılmıştır.

Genel ve bilinen basit tanımı ile laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olması halini anlatır. Laik devletlerde din olgusu devletin yapısına karışmaz. Dini kurumların devlet yönetiminde yeri yoktur. Laik kurallara göre yönetilen devletlerde din,  devletin olağan görev ve yetkileri içinde sosyal bir olgu olarak ele alınır ve diğer sosyal kurumlar ile aynı düzenlemeye tabi kılınır. Bunun için de çağdaş ölçü esas alınır.

Laik Devlet, laik eğitim, laik olma, laik ahlak gibi sıfatlar ile anlatılmak istenen, ahlaki sistemin herhangi bir dinden kaynaklanan normlara göre değil, çağdaş akılcı ve insan haklarına saygı içinde, kamu düzeni ile bağdaşır nitelikte kurallar ile düzenlendiğini, Laik eğitim ile, eğitim sisteminin herhangi bir dinden kaynaklanmayan bir sistem içinde akıl ve bilimin çağdaşlığın esas alındığı sistem içinde gerçekleştiği açıklanmak için kullanılır.

Sekülarizm kavramı ise dinden etkilenmeyen anlamında Anglo –Sakson dünyasında kullanılan bir kavram olarak devlet yönetimi biçimlerinden teokrasinin karşıtı olarak kullanılan bir kavramdır. Din ve devletin birbirinden ayrı bağımsız kurulumlar olduğunu açıklamak için de kullanılır. Teokrasi dine dayalı tanrısal devlet modeli olarak laik devletin karşıtıdır.[19] Özetle denebilir ki, Fransız ihtilali ile batı kültüründe laiklik din ve devlet ilişkisinde farklı kurum olarak gerçekleştirmiştir.[20] Sekülarizm Devlet yönetiminin din kurallarından etkilenmediği ruhban sınıfın dışındalığı açıklar. Başka deyişle Hristiyanlığın karşısında bir devlet yapılanması için kullanılan kavramdır. Göksel egemenlik yerine dünyevi egemenlik anlayışının hâkim olduğu devlet sistemi açıklanır.

Sekülerizm laiklikten daha geniş bir kavram olarak, laiklik kavramı ile açıklanan din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olması prensibinden daha fazla nitelikleri taşımaktadır. Bu iki kavram birçok eserde eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki, klasik ifadesinde laikliğin din ile uğraşanların devlet işlerinin işleyişine müdahalesinin olmaması asıl olup, aynı şekilde devlet de din işlerine müdahale etmemektedir.

Bu kavramlar yeniçağda felsefi ve hukuki yapılanmada evrim geçirerek, devlet ile din işleri arasındaki ilişkileri açıklamak için kullanılmaktadır. Aydınlanma çağı ile insanların temel hak ve özgürlükler ve eşitlik bilincine varmaları ile kavramlar batı demokrasisi içine yerleşerek bugünlere gelinmiştir.

Kaynağı Avrupa olan laiklik Avrupa ülkeleri bağlamında ancak 19 yüzyılda tam anlamı ile uygulamaya geçmesi ile din ve mezhepler arasındaki çatışmalar bitmiş ve devlet din ve mezhepler bağlamında tarafsız hale gelmiştir.

Kilisenin katı tutumu karşısında insanların dinlerin koyduğu kurallara zorla uymak zorunda bırakılmaları din adamlarının baskıcı tavırları, din adamlarının güçlenmesine neden olarak devlet ile özdeşleştiklerinden aydınlar ve halkın tepsi ile dinin devlete ve devletin de dine karışmaması gerektiği bilincine akıl ile varılmıştır. Böylece dinden bağımsız olarak devlet örgütlenmesi yasal zemin bulmuştur.[21]

Laik ve Seküler kavramlarının Türkçe de eşanlamlı kullanıldığını görmekteyiz. Din ve dünyevi işlerin egemenlik alanlarının birbirinden farklı olduğu yetki ve görevlerinin ifasında bağımsız olunması olarak algılanmaktadır.

Her ülkenin kendi, kültür ve birikimine göre laiklik ve sekülerlik farklılık göstermektedir. Bu farklılıklar uygulamadaki kurallar açısından da değişiktir. İnanış ve kuramsallık perspektifi açısından farklı motiflerin ortaya çıkması da bundandır. Bu nedenle aynı dinsel geleneği paylaştıkları halde Fransa, Almanya Anglo Sakson ülkeleri bağlamında laiklik ve sekülerlik farklı tanımlara sahne olmaktadır. Uygulamada farklı tanımların varlığı karmaşaya neden olmamalıdır. Ancak belirtelim ki, sekülarizm veya sekülarizasyon veya seküler kavramlarında laiklikte olmayan başka bir anlam daha vardır. Şöyle ki, (SAECULARİS) yüzyıla ait demektir Başka anlatımla ÇAĞ kelimesinden türemiştir. Çağdaşlaşma anlamında kullanılır. Böylece laiklik ve sekülarizm birbirini tamamlayan fikirlerdir.

Bu kurumlar insanlığın ulaştığı çağdaş niteliği açıklamaktadır. Laiklik kavramı bir devletin örgütlenmesi ve işleyişinde dine dayalı olmayan niteliklerin neler olduğunu açıklar. Sekülarizm kavramı ise, bu niteliklerin belirlenmesinde çağın felsefesinin oluşturduğu bilgilerin neler olduğunu, başka deyişle aydınlanmanın gereklerini ortaya koyarak, neden çağdaşlaşmanın önemli ve gerekli olduğunu ve neden devletin hukuk oluştururken aydınlanma teorilere dayanılması gerektiğinin içeriğini açıklar. Aynı fikrin iki yüzünü açıklayan bu kavramlar çağdaş olmanın laiklikten geçtiğinin açıklamasıdır. Çağdaş bir devlet laiklik olmaksızın söz konusu olamaz. [22]

İnsan doğayı ve toplum kurallarını kendi aklı ve algılaması ile kavrayarak kendi gücü ve aklı ile doğaya ve topluma egemen olma yolunu rasyonel düşüncenin sonucu olarak seçmiştir. Akıl rehber alınmıştır. Bilim dışı açıklamalar ile toplumun yönetilmesi ve Devletin bu şekilde oluşturulmasının yanlışları görülmüş ve din adamlarının dinsel içerikli açıklamaları ile değil akılcı ve bilimsel nitelikte olmak üzere toplumun kabul edeceği kurallar göre ve aklın rehber alındığı bir yöntemin uygulanmasına geçilmiştir.[23] İşte bunun adı laikliktir. Atatürk’ün de gerçekleştirmek istediği bu nitelikteki bir anlayış ürünü devlet sisteminin kurulması idi. Laik aşamaya batıda çok zor gelinmiştir.[24] Aristokrasi ve din kurumlarının burjuvanın mülkiyet hakkını tehdit etmesi ve buna karşı savaşmak bilinci ile din kurumlarına karşı laiklik gerçekleşebilmişti. Bu çağ aydınlanma çağı olarak nitelenmektedir. Aydınlanma “Lumieres” Fransızca kelimeden alınma olup, ışık anlayış, bilgi, açıklığı olarak yorumlanır. Aydınlanma çağı düşünürleri insan aklının her şeyden üstün olduğunu ve hukukun kaynağının da akılda olduğunu aklın düşünce ürettiğini ve bu nedenle din adamına ve krala gereksinme olmadığı bilincine erişmişlerdir.[25] Esasen sosyolojik açından birçok olumsuzluklarına rağmen Fransız ihtilali olmasaydı batıda Laik sistemin yerleşebileceğini zannetmek hayal olurdu.[26] Batıda Devletin resmi bir dini bulunmamaktadır. Din hizmeti kamu hizmeti olarak verilmeyerek kiliselere bırakılmıştır. Bazı Anayasalarda Yunan ve Danimarka da kilisenin devlet koruması altında olduğu gibi hükümler varsa da, devlet sisteminin dini kurallara göre gerçekleşmediği ilgili maddelerde belirtilmiş ve yumuşak ifadeler kullanılarak din ve devlet işlerinin farklı olduğu kilisenin devlet işlerine karışmayacağı ancak bazı ritüellerde kilise ve ruhban sınıf görevlilerine sosyal görevler verilebildiği anlaşılmaktadır.[27]

Akıl ve inancın birbirinden ayrılmasının sağlanması insan hakları açısından doğru olandır.         Laiklik ile, dinler ve inançlar karşısında eşitlik ve din özgürlüğünün sağlanması mümkündür. Demokratik sistemde temel sorun, dinsel ve dünyevi ayrımının arkasında yer alan, akıl-inanç ayırımını gerçekleştirebilmektir. Zira dinler, dünya islerine karışıp siyasi bakımdan güç kazandıkça asıl ruhani erklerini göz ardı edip, “güç için güç” ilkesini gütmeye başlarlar. Lâiklik ise, dinsel eşitlik ve din özgürlüğünü sağlayan, böylece akıl ve vicdanın kölelik zincirlerini kırdığı bir siyasal örgütlenmeyi öngörür.

            Lâiklik ile devlet içinde din değil, din içinde devlet reddedilir ve dinin siyasi, hukuki güç olması engellenir, Lâikliğin tek tip bir tanımının yapılması ve her ülke açısından aynı nitelikte bir tanım verilmesi olası değildir ve gerçekçi de olamaz. Bu nedenle ülkeden ülkeye değişen bir uygulama gösteren LAİKLİK ülke şartlarına göre tanımlanmalıdır. Ancak bu demek değildir ki dini nitelikte olmak üzere aklın dinsel gelenekleri öne çıkaracak boyutta yapılanmaya gitmesi ve akıl ve bilim yolu ile ruhani ve göksel kurum ve kurallar ile devlet yönetiminin düzenlenmesine cevaz verilebilmesi laik devlet anlayışı ile örtüşebilir.

            Genel olarak açıklamak gerekirseteokratik devlet anlayışının kökenindeki tanrısal iradenin yerini, laik devlette akıl ve bilime dayalı yönetim almıştır.  Zira insan doğa ve toplum kurallarını kendi becerisi aklı ve gücü ile algılamakta ve kavramakta ve yine kendi gücü ile topluma ve doğaya egemen olmaya çalışmaktadır. Bunu da insan akılcılık ile yapmaktadır. O nedenle laiklik akılcılıktır.  Akıl rehber alınmıştır. Artık safsata, hurafe bilim dışı açıklamalar terkedilmiştir. Akılcı yöntemin kullanıldığı devlet yönetiminde bunun adına laiklik denmektedir. Devlet yönetiminde din adamlarının yorumlarına dayanan dinsel nitelikteki  ve eleştiriye kapalı uygulamaların varlığı , devlet yönetiminin teokrasi olduğunu belirler. [28]

                Özetlersek:          Laiklik genel ve alışılmış tanımıyla; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulduğu, din ve vicdan özgürlüğünün olduğu, dini inanç ve tercihler karşısında tarafsızlık ilkelerinin gerçekleştirildiği ilkeler olarak kabul edilen bir Devlet yönetim sistemidir. Laik devlette din,  devletin anayasal düzenine karışmamaktadır. Dini ilkeler hükümet ve idare işlerinin kaynağını oluşturmaz. Laik düzende din devletin görev ve yetkileri içinde sosyal bir olgu olarak mütalaa edilir. Laiklik akıl ve bilime dayalı rasyonel  bir devlet anlayışıdır.[29] Laiklik, aslında devletin bir inancın diğeri üzerindeki baskısını önlemesi görevini üstlendiği rejimdirDevletin görevi sadece din ve devlet işlerinin ayrılmış olması veya devletin tarafsız olması demek değildirDevlet görevini tarafsız olarak yapmak durumundadır. Aksi halde farklı inançlarda olanlar arasında ve inanç açısından azınlıkta olanların, çoğunlukta ve güçlü olanlara karşı korunması görevini ihmal etmiş ve yerine getirmemiş olur. Çoğunluktaki inanç sahiplerinin azınlıktakilere baskı uygulamasına da laik düzende izin verilmez.[30]

Konuyu LAİK SİSTEM ve LAİK İNSAN kavramları üzerinde durarak sonlandırırsak, Laiklik yukarıda açıkladığımız gibi din ve devlet işlerinin farklı platformlarda yer aldığı birinin vicdan özgürlüğü diğerinin sosyal nitelikli ve dünyevi olduğunu belirteceğiz. Bazı düşünür veya toplum bilimcileri Laik İnsan kavramı üzerinde durmuşlardır. Şunu belirtmek gerekir, insan laik olur mu? Veya devlet sistemi laik olur gibi kesin çizgiler ile konuyu açıklamak yerine , LAİKLİK kavramının çıkış noktası olan LAIKOS kelimesinin anlamını hatırlarsak LAIKOS bir sıfattır ve din işleri ile uğraşmayan kişiyi betimlemek için kullanılır. Başka deyişle LAIKOS devlette din kurallarının öğreticisi veya din adamı olarak görev almayan kişiyi tanımlar. O halde din işleri ile uğraşanlar ve bunu meslek edinmiş olanların laikos olmadığını kabul etmek mümkün olabilir. Bu kişiler laik bir devlet sistemi içinde din görevlisi olarak mabetlerde hizmet verdikleri için kavramın ilk çıkış noktasındaki anlamı ile laik değillerdir diyebiliriz. Ancak günümüzde laik bir sistem içinde laikliği red ederek dini kurallar ile devletin yönetilmesini isteyenlerin laik insan olma veya olmama konusundaki tanımları kavramın açıklamasından uzaktır.

Sonuç olarak insanın laik olup olmadığını laik sistem içinde kelimenin ilk çıkış noktasındaki anlam ile tanımlama dışında laiktir veya değildir şeklinde betimlemenin insan haklarına aykırı olduğunu ve ayırımcılık niteliği taşıdığını belirtmek doğru olacaktır.

Özgür düşünebilen ve mutlu insan olabilmenin refah toplumu olarak yaşayabilmenin, insan haklarına saygılı devlet sistemine sahip olabilmenin yolunun demokrasiden ve laiklikten geçtiğinin altını çizerek, gelecek nesillere bırakacağımız en büyük mirasın da özgürlük olacağını söyleyerek sözlerime son veriyorum.

BERİN ERGİN

 

2012 Mayıs


[1] Tanör Bülent: Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu,Ist. 1994, s. 149 vd.

[2] Bu kaynaklardan bazıları: Kadınlara Karşı Hertürlü Ayırımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (1979),Çocuk haklarına Dair sözleşme (1989),Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ( birleşmiş Milletler 1996)Ulusal azınlıkların korunması  Çerçeve Sözleşmesi ( Avrupa konseyi 1995)Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (1950)ve bunlara ilişkin deklarasyon ve ek protokoller sayılabilir. Ancak belirtmek gerekir ki, İnsan hakları ile ilgili yüzlerce sözleşme vardır bunlardan bir çoğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından imzalanmış ve onanmıştır.

[3] Hançerlioğlu Orhan :Felsefe Sözlüğü,İstanbul 1999, s. 187

[4] Okandan  Recai Galip: Umumi Amme Hukuku,Ist. 1959,s. 137-151

[5] Şeraiti Ali Dr.: Dinler Tarihi, İstanbul 2001(çeviri)s.253 vd.

[6]Gökalp Ziya: Ziya Gökalp Diyorki- Ist.1950s,3 vd;  Serter Nur: Giydirilmiş İnsan Kimliği, Ist. 1996, s.183 vd.133 vd.; Gökberk Macit:Aydınlanma Felsefesi Devrimler ve Atatürk, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, İstanbul 1986 ,Eczacıbaşı Yayını, s. 286 vd.

[7] Kaboğlu İbrahim;Özgürlükler Hukuku,2002, s.268 vd .Liberalizm düşünürleri ,Locke,Motesquieu,Rousse bu konuda fikirler üretmişlerdir.

[8] İbid., s. 16 vd,

[9] İbid., s. 67 vd. Platon ve Sokrates açıklamalarından esinlenerek yazar açıklamalarda bulunmaktadır.

[10] Serter N: a.g.e., s. 344. vd daki açıklamalar. insanın nasıl kimlik giydirildiğinin açıklaması açısından tüm kitabın okunması tavsiye olunur.

[11] Tanör Bülent-Yüzbaşıoğlu Necmi: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, İstanbul 2004 s 84 vd.

[12] Cassirer Ernst: Devlet efsanesi,İnsan Üzerine bir Deneme,Cev. Prof. Dr. Necla Arat, Ist. 2005,s. 278 vd

[13] Devlet organları ve görevliler görevlerini ifa ederken bireylere saygılı olmak durumundadırlar. Devletlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin tarafı olarak sözleşme hükümlerini iç hukuklarında kabul etmiş bulunmaları pozitif yükümlülükleri de yerine getirdikleri anlamını taşımamaktadır. Devletin yükümlülükleri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, pozitif ve negatif yükümlülükler olarak belirtilmiş olup, Devletlerin sözleşme ile güvence altına alınmış hakların korunması için görevlerini pozitif yükümlülük olarak tasnif etmiştir. Aslında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin içindeki hükümlerde Devletin pozitif yükümlülükleri vardır ancak bu yükümlülüklerin yerine getirilmesinde devletin başka görevleri bulunmaktadır. Örneğin ETİK DAVRANMA ile ilgili mevzuat düzenlenmiş bulunması bunun bir örneğidir .Devletin kamu organlarının insan haklarını güvence altına alması için makul ve uygun önlemler alması gerektiği pozitif yükümlülüktür. Örnek vermek gerekirse hapishanede tutukluların intihar etmelerinin önüne geçilmesi, tutuklular arasında İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı davranışları önlemek, bireylerin haberleşme hakkının sağlanmasında önlemler almak, aile hayatını korumak için her türlü önlemi almak yükümlülüğü pozitif yükümlülüklerdir.

Devletin kendi yetki alanında olan tüm işlemlerinde organlarından sadır olan kötü muameleye sebebiyet verilmemesi pozitif yükümlülüğüdür. Sağlık konusunda devletin ciddi pozitif yükümlülüğü bulunmaktadır. Bireylerin bilgi edinme hakkı bulunmaktadır. Buna aykırı olarak işlem yapılması Devletin organlarının görevlerini yerine getirmedikleri anlamında olarak pozitif yükümlülük ortaya çıkar. Şiddet içeren gösterilere karsı halkın korunması işinde de Devletin fertleri koruma yükümlülüğü vardır. Meydana gelebilecek olan maddi manevi cismani zararlardan toplumu korumak Devletin sadece yasalar çerçevesinden kural koyması ile sağlanabilecek fiiller olmayıp bu konuda devlet kuralların işlemesinin mümkün kılacak önlemleri ve uygulamaları da yerine getirecektir. Devletin tarafsız olması prensibi ve toplumda yükselen tansiyonu azaltma görevi bulunmaktadır. Devlet organlarının tansiyonu arttırıcı fiil ve eylemlerde bulunması pozitif yükümlülüğe aykırılık teşkil eder. Sendika özgürlüğü açısından da Devletin sivil toplum örgütlerinin örgütlenmesi ve faaliyetini sürdürmesi için gerekli önlemleri alma yükümlülüğü bulunmaktadır.Devlet etkili bir hukuk sistemini kurmak ve faaliyette bulunmasını sağlamak ile yükümlüdür. Kararların zamanında verilmesi kararların infazı veya icrası için gerekli denetimin yapılması, bazı kararların infaz edilmesi bazılarının infaz edilmemesi gibi ayrıcalıklı işlem yapılmasının önlenmesi için tedbirler almak devletin pozitif yükümlülüğüdür. Gözaltı veya tutuklamaların insan haklarına aykırı bir biçimde ve yasada olmadığı bir şekilde uygulamalara muhatap olmaması için önlem alması ve denetim yapması Devletin pozitif yükümlülüğüdür. Başka ifade ile yasa kurallarının olması yeterli değildir. Bu kuralların uygulanmasında insan faktörü kullanıldığından insan tarafından uygulanan veya verilen emir ve talimatların yanlış yanlı ve kötü niyetli sübjektif olmasının da önlenmesi için Devletin organlarının faaliyetlerini denetlemek ve eğitmek gibi yükümlülükleri pozitif yükümlülüklerdir. Sözleşmede güvence altına alınmış olan hakların kullanılmasını mümkün kılmak için Devletin maddi ve manevi şartları sağlaması asıldır. Burada devletin kolluk güçleri ile ilgili olarak bir takım yaptırımlarından bahsedebiliriz. Devlet Polise pozitif yükümlülüklerin sağlanmasında görev vermiştir. Bu görevin ifasının gereği gibi yapılıp yapılmadığı konusunda denetlemesi gerekir. Bu nedenle de çeşitli yasalar çıkarılmıştır. Örneğin Kamu görevlilerinin etik davranış ilkeleri ile ilgili yasa ve yönetmelik gereğince kamuda etik davranış konusunda eğitim başlamıştır.

[14] Tanör -Yüzbaşıoğlu: a.g.e., s.58 vd,96 vd.Tanör Bülent:Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri,Tüsiad yayını, sk.3 vd.

[15] Okandan R.G: Amme Hukuku 1959, s. 136,202 vd 277 vd

[16] Göze Ayferi: Siyasal düşünceler ve Sistemler, 1987, s, 181 vd,s, 193 vd s.,244 vd.,Halkın hem yöneten ve hem de yönetilen durumunda olduğu bir yönetim biçimi olduğunu belirten Montesquieu , halkın egemen güç olduğunu ve bu egemenliğini kullanma yöntemlerinin yasalar ile belirlenmesi gerektiğini savunmuştur. J.J.Rousseau, insanlar arasındaki eşitsizliği görerek bunun çözümü için görüş üretmiştir. Eşitsizliğin toplumsal olduğunu belirterek köleliğin meydana getirdiği eşitsizliğin doğada olmadığını, insanın iyi yaşamak istediğini karşılıklı yardım ile birleştiklerini, Sosyal Sözleşme de belirttiği gibi insanların eşit doğduğunu toplum içinde eşitsizliklerin geliştiğini, bunun için de insanların birlikte yaşamak adına devlet otoritesi meydana getirerek bireysel erklerinin devlet lehine terki şeklinde özetlenecek bir sistemi önermiştir. Bu sistemde egemenlik genel idarenin olmakta ve yasalar ile adaletin sağlanacağını yasaları halkın yapacağını ve bu yasalara tabi olacağını toplum yararının bu olduğunu açıklar. Böylece eşit hak ve imkânların sağlanacağını yasaların yapılmasında çoğunluk oyunun kabul edileceğini belirtmiştir. Rousseau demokraside yasayı yapan ve uygulayanın toplumun çoğunluğu olduğunu belirtir. Fakat ona göre mükemmel olan bu demokrasinin ancak Tanrılar toplumunda uygulanabileceğini insanların böyle bir sistemi gerçekleştirmelerinin mümkün olamayacağını ve esasen demokrasi hiçbir zaman olmamıştır şeklinde fikrini beyan etmiştir. ; Aydın Nurullah: İnsan Hakları Laiklik ve Medya., Ist 2008, s. 97 vd.

[17] Dahl A.Robert::Demokrasi ve Eleştirileri,Ank.1993, s. 116 vd.

[18] Tanör B: 1982 Anayasasına Göre Türk anayasa Hukuku, Ist. 2004,.  s 75 vd. : Öktem Niyazi: Laiklik Din ve Alevilik Yazıları. Ist. 1995, s.44 vd  ; Dinçkol Bihterin: Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından 5 şubat 2002 tarihinde düzenlenen. ”Lâikliğin Anayasal ilke Haline Gelişinin 65. Yıldönümü Paneli’nde tebliğ olarak sunulmuştur. :Kuçuradi İoana:Devrim Kavramı ve Atatürk’ün Kültür Devrimi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi İLKE, Özel sayı, 2006. s. 1-10.; Gökberk  M: a.g.m., s. 328 vd.

[19] Laiklik ve teokrasi bağlamında konuya İslamiyet açısından bakıldığında, teokrasinin Tanrı iktidarını elinde tutmak olarak açıklanması karşısında peygamber veya ilk topluluklardaki azizler veya Yahudilikteki din adamlarının iktidar olduğu sistemde Hazreti Muhammet ‘in iktidarının teokrasi olup olmadığı tartışmalıdır.  Özellikle Hazreti Muhammet’ten sonraki dönemde her ne kadar dinsel nitelik taşıyan Halifelik unvanı kullanılarak yönetimsel faaliyet güdülmüşse de bunun bir monarşi sistemi olarak açıklanabileceği ileri sürülmektedir. Hazreti Muhammet döneminde Teokrasiden bahsetmek zordur, çünkü Hazreti Muhammet halkı Tanrı adına yönettiğini açıklamamıştır. Kuran sosyal nitelikli kuralların uygulanmasında Tanrı adına bir yönetimden bahsetmemektedir. Bu nedenle Hazreti Muhammet döneminin Teokratik olduğunu kabul etmek zor olduğu şeklinde yorum yapılmaktadır.  Tanrı adına yönetimde bulunmadığı gibi Emir-Ülmümin kavramı ile de daha seküler (çağdaş)bir yaklaşım sergilendiği belirtilmektedir.

[20] Kilisenin parasını devletten almasını engellemek ve kendi gelirini sağlamasını temin etmek için Fransız ihtilali ve sonrası verilen uzun soluklu çabanın sonucu olarak gelinen noktadır laiklik. Kilisenin dinin hükümdarlar ve devlet üzerindeki etkisini kaldırmak ve kiliseyi devlet işlerine karıştırmamak demektir laiklik. 

[21] Aydın Nurullah: İnsan Hakları Demokrasi ve Medya, Ist. 2008 s. 51 vd.

[22] Bkz ayrıntılı açıklama için Kuçuradi İoann:Devrim Kavramı ve Atatürk’ün Kültür Devrimi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi İLKE, Özel sayı, 2006. s.6 vd.

[23] Aynı şekilde Ulus Devlet yaratan Atatürk esasen toplumda var olan aynı dili konuşan ve birbiri ile ülkü birliği içinde olan ve Türk diye nitelendirdiği ve hiçbir zaman ethnos u (soyu) çağrıştırmayan nitelikte olmak üzere hitap ettiği Türk halkına. ( Bkz. Nutku Uluğ: Atatürk’ün Onuncu Yıl Söylevinin Felsefi Önemi, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitusü Dergisi İLKE, Özel Sayı 2006, s. 11 ve dv.) “Hiçbir delil’i mantıkiye istinat etmeyen  birtakım ananelerin, akidelerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur. Belki de olmaz” diyerek eğitim konusunda dini yapılanmanın çağdaş bir devlet yapısı için tehlikesini açıklamıştır.

( bkz Kuçuradi : a.g.e. s. 8)

[24] Öktem N: a.g.e.s. 44 vd.

[25] Özcan Tevfik Mehmet: Laiklik ve Hukuk Devleti: Hukuk Sosyolojisine Giriş 2006 )Hof Ilrich: Avrupa’da Aydınlanma, Ist. 1995, s.13 vd.

[26] Batının feodal sistemden vazgeçmesi ve toprak mülkiyetinin önemi yerine ticaretin geçmesi ve mutlak monarşilerden sonra 1789 Fransız Devrimi ile laiklik konusundaki ilk adımın atılması ile evrensellik iddiası ile kurumsal bir yapı içinde Roma Kilisesinin egemenliğine karşı Fransız laiklik hareketinin oluşması uzun ve çalkantılı bir yol izlemiştir. Dinin devlet işlerinden ayrı bir konuma gelmesi Fransa’da devrimci Jakoben ve cumhuriyetçi usullerle gerçekleştirilmiştir. Devlet din işlerine karışmaktan vazgeçmiştir. Ancak bu ilişkinin ayrıştırılması yavaş yavaş gerçekleşmiştir. (Özcan Tevfik M:a.g.m., Hukuk Sosyolojisi)

[27] Yunan Anayasası (Madde . 3 Relation of Church and  State  ve 13. maddesi.) Danimarka Anayasası madde 4)

[28] Öktem N: a.g.e.s.b 44.

[29] İbid. s.43 vd. Göze Ayferi: Inkilap  Tarihi. s. 361 vd.)

[30] Kongar Emre: Demokrasi ve Laiklik, 1997, s. 141 vd. Önder R.A: Laikliğin Sınırları, Atatürk’ün Hukuk Devrimi, Ist. 1983, s. 101 vd. ; Karpat H Kemal Türk Demokrasi Tarihi,1996, s. 224 vd.

error: Tüm içerik Hakları saklıdır.