OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİNE EMEĞİN SERÜVENİ

  • Home
  • Makaleler
  • OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİNE EMEĞİN SERÜVENİ

OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİNE   

EMEĞİN SERÜVENİ

 

EMEK KAVRAMI İLE İLGİLİ GENEL AÇIKLAMA

 

 Emek güzel bir kavram olarak yabancı dillerde  work-  labour – travail- çalışma, insanın fiziki ve fikri çalışmasını, faaliyet göstermesini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu kavramların  kullanılmasında çalışma ve emeğin önemi zihinlerde sorgulanmaya devam edecektir..

 Emeğin tanımını yapmak son derece güçtür. Çeşitli nitelikleri bulunmasından dolayı tüm niteliklerini içerecek bir tanım vermek mümkün olmasa da EMEK KAVRAMINI: özetle

 “Bir eserin yaratılması veya bir amaca ulaşmak için, bir başka kişinin  emir ve talimatı ile veya müstakil olarak özgür istek ile veya bir grup içinde, beden ve kafa gücü harcamak sureti ile girişilen, ve bu fiil ve eylemler sonucu gerek çaba   göstereni ve gerekse toplumu ilgilendiren sosyal ve ekonomik meta da teşkil edebilecek bir sonucu doğurabilecek ve bir zaman diliminde gerçekleşen ve özen gerektiren bir faaliyet olarak “

Tanımlayabiliriz.

 Bilimsel bilgiye ulaşmak ve gelişmek için çalışmak gereklidir. Bilginin sonsuzluğu, yeni bilgiler için emek vermek ve çalışmak zorunludur. İnsanın varlık nedeni de budur. Bireyin insanlığını sürdürmek için çalışması zorunludur. İnsanın onurlu bir hayat yaşaması gerekir. İnsana özgü en önemli olgu onurlu olmaktır. Onurlu yaşamak çalışma ile mümkündür. Emek verilmeden çalışmadan hiçbir amaca ulaşılmaz. Toplumun ve bireyin gelişimi için çalışmanın gerekli olup emek sadece kol gücü ile çalışma olmayıp zihinsel çalışmayı da birlikte gerektirmektedir. Esasen emeğin fikri ve bedeni olarak ayrıştırılması gereksiz olup bu ayırım sosyal bir ayırımdan ziyade çalışma ilişkilerinde emir ve kumanda zincirinin belirlenmesi ve işlerin niteliğinin belirlenerek ücretlendirme yöntemi olarak esas alınmıştır. Ancak giderek bu nitelendirme bireyler arasında sınıf farkının doğmasına kadar varmıştır.

 Bu çalışmada insan emeğinin sosyal boyutu ele alınmış ve emek kavramının Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine ,ve cumhuriyet döneminin sadece ilk yıllarına kadar olan serüveni açıklanmaya çalışılmıştır.Cumhuriyet döneminin tümünü kapsayan bir emek serüveni ise ayrı bir incelemenin konusu yapılacağından bu konuya çalışmamızda yer vermemiş bulunmaktayız. Belirtmek gerekir ki  emek kavramını son derece geniş bir kavram ve olgu olarak, tüm canlılar bağlamında da incelenmesi mümkün bir konudur. Emeğin serüvenini bilmek ve hatırda tutmak emek ile ilgili kurumların yapılanmasında toplumun bu konuda kültürel aşamasının ne olduğunu ve kurumların temel taşlarının nerelere dayanması gerektiğinin bilinmesi açısından önemlidir.  Toplumlara kendi kültür ve birikimine uygun olmayan kuralların sunulması ve dayatılması  uygulanmak istenen yeni kurumların topulumun kültürel birikimine uymaması ve sonunda kurumların yozlaşmasına neden olur. Bu açıdan yeniliklerin tarihsel birikime uygun ayarlama ve uyarlamalar ile yapılandırılması gereklidir. İşte bunların yapılabilmesi için toplumlar kendi tarihlerini ve geçmişlerini bilmek ve unutmamak durumundadırlar. Toplumlar kültürel birikimlerinden modernlik adına uzaklaştırıldıklarında yok olurlar, ve hiçbir zaman en mükemmel kurum dahi o toplumda uygulama kabiliyeti bulamaz. Ancak geçmişi bilmek geçmişin kurallarını uygulamak olmayıp yenilikleri çağdaşlığı kültürünün içinde yoğurmak ve uyarlamaktır. Bu açıdan tarihsel sürecin bilinmesi her yapı için gereklidir.

 İnsan dışındaki hareket edebilen ve hayvan grubu olarak adlandırdığımız canlıların faaliyetini ve yaşam süreçlerini değerlendirdiğimizde; yaşamak ve doğanın onlara verdiği görevi ifa etmek için kusursuz olarak ve hiçbir şekilde taviz vermeden ve mutasyona uğramadan milyonlarca yıldır doğa emekçisi olarak, ve aynı zamanda insan varlığı ile de birlikte yaşayarak görev yapmakta ve doğalarının sınırlarını zorlayarak emek vermektedirler.

 Dar anlamı ile ele aldığımız insan emeği ise, bir şeyin yaratılması, üretilmesi için insan beyninin ve bedeninin güç sarf etmesidir diye tanımlanabilir. Bu gücün kullanılması  bir zamana, sabra ve mekana ve imkana bağlıdır.

 İnsan bilinçli olarak bir amaca ulaşmak için gerek doğada ve gerekse sosyal çevrede, gerek kendini ve gerekse çevresini olumlu yönde geliştirmek için bir süreç içinde çaba gösterir. Çaba göstermek ve emeğini sunmak için imkân hazırlar, hazırlanan fırsatlardan yararlanarak emeğini üçüncü kişilerin ve toplumun ve kendisinin yararına kullanmak için gayret sarf eder. Bu insanlıktır. İnsan çalışmakla doğanın egemeni olur ve onun tutsaklığından kurtulmaya çalışır.

 Bu gayret ve emeğin arzı için fırsat her birey için eşit nitelikte olmasa da, tüm bireyler için duygu bağlamında aynı yapıya sahiptir. Herkes güzel verimli bir işi olmasını ve bu işinde istekle ve verimli olarak çalışmayı ve beğenilmeyi, takdir edilmeyi ve kendisinden vazgeçilmemesini, onuruna yaraşır bir çalışma içinde olmayı ve en önemlisi sömürülmemeyi arzu eder ve düşünür.

 Çalışmanın özenli olması gerekmektedir. Çalışma için çaba sarf etmek, yorulmak ve meydana getirilecek nesne, amaç veya konu  için özen göstermek gerekir. Maddi âlemde emek sarf eden emekçidir. Emekçi geçimini emeği ile sağlayan kişi olarak, toplumda üretimde bulunur ve bu emeğinin karşılığını da almayı ister.  Çalışmanın bir karşılığının olması sosyal boyutta toplumun devamlılığını sağlar.

 Toplumlar sürekliliklerini idame edebilmek için toplumu oluşturan bireylerin çaba göstermesine emek vermesine muhtaçtır. Toplumu oluşturan bireyler, çalışmaya ve geçimlerini sağlamaya muhtaçtırlar. Bunun için bir emek ve uğraş gerekli olduğuna göre, emek ve emeğin karşılığının sağlanması konusundaki önem ve gereklilik ve kurala bağlanma zorunluluğu sonsuza kadar sürecek toplumsal  bir konudur

 EMEK sadece çalışma ilişkisi içinde işgücünün sunulması olarak algılanmamak gerekir. Zira işverenler, kendi hesabına çalışanlar, ücretsiz çalışan aile bireyleri, yardım için sosyal yardım derneklerinde çalışanlar, toplumun hizmetinde ücretsiz çalışanlar, gönüllü çalışanlar, ülkesi yararına ülke korumasında çalışanların hepsi emek sarf etmektedir. Hepsinde bir amaç vardır. Öyleyse bu bağlamda emek amaç sonucudur.

 Emeğin amaçsız ve emredici nitelikteki boyutu için de örnek vermek gerekirse: Esaret altında zorla çalışmayı, emir ve buyruk altında ister hukuka uygun ister hukuka aykırı bir işin yapılmasına zorlama, gösterilebilir.           Bu incelemede ,emeğin bir karşılık beklentisi ile ve karşılık elde etmek amacı ile sarf edilmesi üzerinde yoğunlaşarak serüven açıklanmaya çalışılacaktır.

 İnsanın özgür olabilmesi için  emek sarf etmesi zorunludur. Emeğin olmadığı hiçbir yerde özgürlükten bahis olunamayacağını belleklerimize yerleştirmemiz gerekir.

 İnsanın diğer canlılardan farkları üzerinde ayrıntılı olarak incelemeler yapılmış görüşler ileri sürülmüştür, buna göre insan zekâsı ve bilinci bir çaba göstermesini gerekli kılmaktadır. Bu çaba bireyin kendisinin, ailesinin, yakınları, çevresi ve içinde yaşadığı toplum için en iyisini yapmak ve refahı sağlamak ve elde etmek için güç sarf etmesidir.

 Birey bu bilinç ile emek vermesi, başka deyişle çalışması gerektiğini görmüş ve anlamıştır. Toplumların sürekliliği emeğe bağlıdır. Toplumdaki sosyal kurumların örneğin emeğin temsilinde yer alan sendikaların işçi örgütlerinin sürekliliği için keza yine  emek gereklidir. Çaba sarf etmeden kurumların sürekliliği sağlanamaz.

 Tarihi süreç içinde toplumların ileri veya geri olarak algılanmaları onların çalışma düzeyleri ile değerlendirilir. Demek ki çalışmak, emek bir toplumun ilerlemesi için en birinci görevdir. İleri toplumlar çalışan ve üreten bireylerin oluşturduğu toplumlardır. Arzu edilen çağdaş düzeye ulaşabilmek, çağdaş aydın ve akılcı olabilmek için emek gerekir.

 Çalışmayan ,üretmeyen emek sarf etmeyen başka ulusların kurallarını uygulama  zorunluluğunda olan veya seçimini bu yönde kullanan uluslar, yönetimler yok olmaya mahkumdur.

 Emek konusunda Türk halkının geçmişten itibaren yaşadığı ve muhatap kaldığı uygulama bağlamında  üzerinde yaşadığımız coğrafyada kurulmuş uzun yıllar iktidar olmuş Osmanlı İmparatorluğundan itibaren emek kavramını ve verilen değeri incelemek ve doğruları sunmak oldukça zordur. Emeğin manevi ve sosyal olgusuna ilişkin bilimsel felsefi araştırmanın azlığı veya yetersizliği birçok kaynakta belirtilmiştir. Osmanlı da emeğin serüvenini daha ziyade ekonomistlerin ve tarihçilerin araştırmaları ve siyasi ve sosyal olguların etkileşiminin değerlendirilmesi ile anlamak mümkün olduğu görülmüştür. Tarihi seyir içinde çıkartılmış yasa örf adet, emirnameler vakayiname iz bulmada yardımcı olmaktadır.

 Türkiye Cumhuriyeti Devletinin üzerinde kurulu bulunduğu toprak parçasında daha önce kurulu olan Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki emek kavramını Devletin siyasi ve sosyal durumundan hareketle örf ve adet kuralları ve metinlerden hareketle işçi işveren ve çalışma ilişkileri bağlamında gözden geçirerek emeğin serüvenini izlemek mümkün olabilecektir.

 Esasen Osmanlı döneminde yaşayan halkın bir bölümü yeni ve genç Türk Devletini kurduğunda, Osmanlı mevzuatının etkisi birdenbire yok olmamıştır. Bu nedenle Osmanlı anlayışı ve uygulamasının ne olduğunu bilmek bugünkü işçi ve işveren ilişkilerinin ve emeğin korunması için örgütlenmelerinin evrimini anlayabilmek için  gereklidir.

 Çalışma ve emek konusunda sermaye ve emek ilişkisinin kurallarının anlaşılabilmesi için kuralların oluştuğu sistemin belirlenmesi gerekir. Bu nedenle Osmanlının devlet yapısını belirleyerek siyasal yapının çalışma ilişkisini nasıl değerlendirdiğini görmek yararlı olacaktır.

 Osmanlı İmparatorluğu 1876 Kanuni Esasi nin kabulüne kadar tek kişinin yönetimine dayanan Mutlak Monarşik bir devlet yapısı ile yönetilmiştir, buna İslami Monarşi de denmektedir. Bu idare biçimini kendine özgü bir sistem olarak belirlemek mümkündür.[1] 1876 kanuni Esasi ile mutlak Monarşi yerine yine monarşi ve fakat Meşruti Monarşi sisteminin uygulandığını görmekteyiz.

 19 yy. yönetimde değişiklikleri getirmiş ve imparatorlukta anayasal hareketler baş göstermiş ve 1839 da Tanzimat Fermanı sonra 1876 Kanuni Esasi nin kabulü, ikinci meşrutiyet gibi olgular batının imparatorluk üzerindeki zorlayıcı etkileri ile tek adamlık ve mutlak yönetim ilkesinin terk edilmesine neden olmuştur. Ancak bir farkla batıda siyasi değişimler, endüstri devriminin başlangıcı ve sanayileşme süreci içinde ortaya çıkan toplumsal hareketler sonucu olduğu ve sınıfsal bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıktığı halde, Osmanlı da bu hareketler sınıfsal bir nitelik taşımamıştır. Zira işçi ve işveren sınıfı bilinci yoktur henüz bu bilinç gelişmemiştir. Ancak, sınıfsal bir hareket söz konusu olmasa da, Osmanlı bir sınıf toplumudur. Özellikle de emekçi hakir görülen sınıfa mensuptur.

 Osmanlıda ,emeğin korunmasını da içeren  hareketin dinamiği, batıda gerçekleşen yeni modelin ,bir takım Osmanlı aydını ve orta sınıf  insanının çökmekte olan bir devleti kurtarmak için sarf ettikleri çaba ile akılları erdiği kadar uygulamasına çalıştıkları bir model sonucudur. Batıdan aktarılan çarelerdir bunlar.Bu nedenle de bu anayasal hareketleri, içten gelmeyen ve bilinçlenmemiş bir topluma dışardan enjekte edilen yüzeysel ve sırf İmparatorluğu yaşatmaya yönelik uygulamalar olarak, değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

 Başka deyişle, aydın kesimi oluşturan ve Osmanlı toprakları dışında eğitim almış ve dönemin aydınları olarak seçkinleri teşkil edenlerin toplumda gelişme ve değişikliklerin gerekliliğini görerek ve emek sarf ederek çalışmışları sonucu ve batıdan ithal edilen ve fakat kapitalist üretim biçiminin gelişmesi demek olmayan bir ideolojinin, üst yapıda oluşmasını sağladıklarını görüyoruz. İmparatorluk etkilenerek, bu aydın sınıfın öncülüğünde bir batılılaşma sürecine girmiştir. Çünkü devletin gücü gelişen kapitalist batı karşısında İslam âlimlerinin fetvaları düzeyinde kalarak son derece zayıflamış bulunmakta idi. Padişahın İslam alimi Fetvaları ile ülkeyi yönetebilmesinin güçlükleri ortada idi.

 Osmanlı ile ilgili kurumları değerlendirirken, genel kural olan, her kurumun yaşadığı dönem içindeki koşullar bağlamında yorumlanması metoduna uygun olarak emek olgusunu incelemeye çalışacağız. Bu nedenle emeği, mutlak ve meşruti monarşi yönetim biçimi içinde değerlendirmek gerekmektedir. Neden ve niçin sorgusu ancak içinde bulunulan koşulların sınırları içinde yapılabilir. Monarşik ve teokratik olduğu da inkâr edilemeyecek[2]  bir sistemde demokratik kuralların neden uygulanmadığının sorgulaması yapılamaz.

1) OSMANLI DÖNEMİ[3]

A) TARİHİ SÜREÇTE EMEĞİN GÖRÜNÜMÜ

 Yukarıda açıklamalar bağlamında Osmanlı anlayışı ve uygulamasına göz gezdirerek emek konusundaki anlayışı değerlendirebiliriz.

 Öncelikle belirtelim ki, Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu dönemleri anlatan yazılı kaynakların yokluğu veya çeşitli faraziyelerin bulunması kesin bir açıklama yapmamızı engellemektedir. Çünkü Osmanlının doğuşuna esas olan tarihi şartlarda bu oluşumun göçebe bir toplum ve aşiret ilişkisi ile açıklandığı kanısı yaygındır. Oysa bir takım kaynaklar Selçuklu İmparatorluğu ve Uç Beyliklerinin örf ve adetleri başka deyişle ritüelleri bulunduğu ve bunların katiyen göçebe olmadıkları, Uç Beyliklerinin aristokrat aileler tarafından oluşturulduğu ve veraset yoluyla intikal eden bu beyliklerin, malikâneleri ve arazileri olduğu, ırgat, işçi çalıştırdıkları açıklanmaktadır. Bu arazilerin içinde oturan Müslüman ve Hıristiyan ahaliden vergi toplandığı ve ayrıca ticaret yapıldığı belirtilmektedir. Askerlerin, çiftçi ve kasabalı şehirli halk arasından para karşılığı tutulduğu, toplumda belirli iş bölümü bulunduğu anlaşılmaktadır. Aristokrat aileler yönetimde görev alarak herhangi bir aşiret ismi taşımamışlardır. Başka deyişle çağdaş anlamda olmasa da işveren ve işçi ilişkisinin varlığı söz konusudur.

 Nitekim yabancı araştırmacılar da erken Osmanlı için göçebe ve aşiret yapısına ilişkin kesin bir yazılı kanıt olmadığını ancak düşünülebileceğini söylemektedir.[4]

 Özetle açıklarsak, üst düzey kişi ve ailelerin (rical) en büyük görevi han hamam dükkân, işlek yollar kervansaraylar yaptırmaktı. Hem kendilerinin sosyal yaşamı için gerekli olan ve hem de hükümranlıklarının göstergesi ve gücü için bu tür faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bize kadar kalan eserlerden esasen bu anlaşılmaktadır. Bu nedenle göçebe kültürü hikâyesini genelleştirmemek gerektiği kanısına varmış bulunmaktayız.

 Osmanlı da Selçuklulardan gelen örf ve âdetin etkisi ile aristokrat kesim yönetimde hizmet veren ve yöneten zümre olmuştur. Özellikle askeri şeflerin hizmet usulündeki hiyerarşi ve yöntemleri tamamen Selçuklu geleneklerinin devamı olmuştur.

 Esasen Osmanlının Doğu Bizans’ı alması ile ilhak edilen topraklarda daha özgür bir idare getirebilmesinin nedeni, yerleşik ve güçlü bir devlet düzeninin sonucu olarak görülmelidir. Bu topraklarda yaşayan Hıristiyan ahalinin Avrupalı tacirler tarafından sömürülmesine son verilmesi, gayrimüslim açısından imtiyazsız hukuk sistemi uygulaması ve özellikle ekonomik ve sosyal yaşamda refah ve iş imkanı açısından fark gözetilmemesi, Hıristiyan ahali üzerinde Avrupalı Krallıkların uyguladığı köleliği ortadan kaldırması[5], İtalyan kolonilerinin tezgahlarının ortadan kalkarak yerine, Türk-Osmanlı tüccarların geçmesi ekonomik hayatta bir canlılık meydana getirmiş sermaye ve emek ikilisinin varlığı yeni bir tüccar sınıfı yaratmıştır.

 Ancak bu yeni sınıfın hâkimiyeti başka deyişle sermayenin kullanılması ve emeğin satın alınması işlemi Hıristiyan ve Yahudi halkın elinde oluşmuştur. Çünkü yeni topraklarda yeni düzen için çaba ve Osmanlının yeni siyasi başarılara koşma hırs ve arzusu, Balkan hâkimiyeti için odaklanma,  Anadolu halkının kaderi ile baş başa bırakılmasına neden olmuş ve Anadolu halkı her zaman sıkıntı içinde kalmakta devam etmiş ticaret yerine çiftçilik uğraş konuları olmuştur. Anadolu halkının her zaman sıkıntı içinde olduğu vakıası aynı şekilde Selçuklu döneminde de mevcuttu. [6]

 Fetihler, gazilere iş sahası açarak bir kısım ferahlık getirmiştir. Ganimetlerin artması Anadolu halkına kazanç yolları açmıştır. Ancak Anadolu yönetimi bakımından siyasi kararlılık olduğunu söylemek mümkün değildir. Burada belirtelim ki, asker emekçilerin gelir elde etmesi için düzenlenen fetihler sonucunda gazilerin kendi beldelerine yatırımları ile ticaret başlamışsa da vergiler halkın belini doğrultmasını engellemiştir. Özellikle Osmanlının parlak dönemlerinde Şeyhülislamların devletin kaderini ellerinde tutmaları ve dalkavuklukları Osmanlının gerilemesine neden olan sebeplerden biri olarak emeğe değer verilmesini engellemiş ve emekçinin alt tabakada görülmesi Osmanlının sonunu hazırlayan hazin nedenlerden biri olmuştur.[7]

 1453 ve sonrasında ticaret olmakla beraber üretim bağlamında kumaş ve hammadde ve erzak ticareti yapılabildiği görülmektedir. Bu ticaretin de Yahudi ve Ermeni vatandaşların elinde olması Anadolu halkının başka deyişle Türk halkının yine yoksulluğunun devam ettiği ve çalışma yapabilecek ve gelir getirecek uğraşlarının olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

 Tarım ülkesi niteliğinde olan Osmanlı Devleti Anadolu’da üretimi çiftçiler marifeti ile gerçekleşmekte ve bunlar emekçi sınıfı teşkil etmekte idi.

 Sınıfsal bölünmenin bariz olduğu Osmanlı da devlet toplumu biçimlendirerek sınıfsal ayrışım gerçekleştirmiştir. Başka deyişle Devlet sınıf farkını yaratmış ve tarımla uğraşanlar emekçi grup olarak belirginleşmiştir. Emeğin serüvenini yorumlarken, önemli bir konu Osmanlı da doğal kaynakların mülkiyetinin devletin elinde olduğunu belirtmek gerekir. Toprak mülkiyetini biçimlendirmek için devrim üstüne devrim geçiren batı âleminde sorun olan toprak mülkiyeti 16. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devletinin elinde tuttuğu güç olarak toplumu yönetmiştir.

 Devlet toplumu yönetirken üç fonksiyonel bölüme ayırarak yönetmiştir. Askerler, Şehirliler ve Köylüler. Bu üç sınıfın sınırları iktisaden, kanun ve fermanlar ile çizilmiştir. Bunların dışında bir de Mürtezika sınıfı vardır.

 Osmanlıda devlet ideolojisinin temelinde adalet fikri vardır diye açıklanırsa da Osmanlı da Mülk ve Devlet – Asker ve Devlet adamı odaklı yapılanma bağlamında, hakkaniyet anlayışı ile adaletin gerçekleştiğini söylemek ve bunu da zulüm kavramı ile birlikte değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Zira Devlet halk ilişkilerinde, asker olmadan devlet ve mülk olmadan devlet olmamaktaydı, Devlet adamı da mal ile belirginleşir, mal da reayadan elde edilirdi[8]. Reayanın durumunun da adalet ile düzenlenduğu belirtilmektedir. Bu ilişki içinde devlet – halk ikilisinin ilişkisinin nasıl düzenlenmiş olabileceği ve emeğin nasıl değerlendirildiği soru işaretidir.

a)     Askeri Sınıf

 Bu sınıfla kast olunan memur statüsündeki kişilerdir. Bu sınıfın görevi devlet hizmetinde olmaktır. Siyasi gücü fetihler üzerine kurulmuş Osmanlı da ORDU çok önemli bir kurum olarak toplumun ekonomik hayatını da çok yakından etkileyen bir kurum olmuştur. Asker sınıf, Devlete emeğini sunmak karşılığında farklı adlarla gelir alırlardı. [9] İstanbul un alınmasına kadar olan dönemde asker olarak verilen hizmet karşılığında hazineden nakit para ödenmekte idi. Başka deyişle, bu grup, emekleri karşılığında bedel alırlardı. Askerin görevi (tımar erbabının) görevli oldukları yerlerde dirliği korumaktı. Bunların faaliyetleri çalışmalarını da emeğin sunumu olarak nitelemekteyiz. Ancak bu çalışmada sınıf farkı olduğu açıktır.

b) Şehirliler[10]

 Bu sınıf asker sınıfı dışında kalan diğer halk REAYA olarak adlandırılmış olmakla beraber bu halk ta KÖYLÜ ve ŞEHİRLİ olarak ikiye ayrılmıştır. Şehirlerde yaşayanlar gelirlerini ticaret yaparak iş hayatının olanaklarından elde etmekte idiler. Başka deyişle Devlet ile aralarında akdi bir ilişkiye dayanan gelir elde etme durumu yoktur. Devlete bağımlı değillerdir. Yaptıkları işe göre ırgat amele çalıştırabilirler kendileri de işlerinde çalışırlardı.

 Devlet asker ve köylüleri kendisinin sözleşmeli işçileri gibi denetimi altına alarak bağlayıp çalıştırdığı halde şehirlerde olanların işlerine karışmıyordu. Ancak şehirlilerin ekonomik faaliyetleri bakımından Devlet kurallar koymamış ise de bunların faaliyetlerinden kaynaklanan gelirlerden Devlet hazinesine payını almaktan da geri kalmamıştır. Pazarların kontrolü asayişin sağlanması adaletin yürütülmesi gibi hükümete ilişkin görevleri yerine getirmek adına vergi almakta idi. Ayrıca ticaretin serbest olması devletin müdahalesinin olmadığı anlamında değildi. Devlet her zaman Patron olarak gücünü hissettirmiştir.

 Şehirli sınıf emeği ile çalışarak ancak yaşamış ve çok zengin olamamıştır. Çünkü zengin olabilmek için öncelikle asker olmak ve vakıf kurmak gerekliydi Şehirli sınıf, bağ bahçesi için çeşitli vergiler ödemiştir. Bunun  bir tür kira olduğu da söylenebilir. Bu grup ufak ölçekli zanaat ile uğraşmış ve aile içi ekonomi diyeceğimiz üretimde bulunarak geçimini sağlamıştır. Asker olup emekli olan ve şehre yerleşerek şehirli sıfatını kazananlar ekonomik açıdan daha üst düzeyde yaşamışlardır.

 c)    Çiftçi[11]

 Osmanlı da toprak  ve doğal kaynaklar Devletin  mülkü olduğu için toplum bireyleri bu doğal sermayenin işletilmesinde kol gücü olarak görülmüş ve köyde yaşayanlar ekonomik işletmelerde kullanılan emekçi kabul edilip, köylü sınıfı olarak ayrıştırılmıştır. Çiftçi köylü, miri topraklar üzerinde bir iki dönüm yeri kendi işletebilmekte ve diğer yerlerde tarım üretimini devletin mülkü üzerinde yapmakta idi. Bu üretim de devlet içinde kendine yeten miktarın üzerindekini devlete verme durumundaydı.

 Devletin doğal sermayesini işletmek için gereksinimi olan kol gücünü çiftçi dediğimiz halk yığınları sağlamakta idi. Bunlar devletin yarıcısı  icarcısı  olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu ilişkide, Devletin toprak ağası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Toprağın sahibi Devlet olunca Avrupa’daki gibi derebeyi gibi bir sınıf ortaya çıkmamıştır. Köylü emeğini arz eden, devlet ise tohum ve gerekli koşum ve hayvanları  veren taraf  olarak yarıcılık biçiminde bir ilişki içinde Anadolu halkının çilesi sürüp gitmiştir. Köylü emeğinin karşılığında, Devletin payını ödedikten sonra kalan kısımda tasarruf edebilmekte idi. .Başka deyişle reayadan olan köylüler emekçi grup içinde olarak sermaye birikimi yapmasının mümkün olmadığı bir sistem içinde varlıklarını sürdürmüştür.

d) Mürtezika Sınıfı (Kanaatkâr işsiz güçsüz)[12]

 Yukarıda belirtmeye çalıştığımız sınıflar, emek sarf eden sınıflar olarak Devlet ile aralarında hizmet vermenin veya hizmet üretmenin sebep olduğu ilişki içinde olmuşulardır.

 Mürtezika sınıfı ise bu gruplarda açıklanan niteliklere sahip olmayan ve topluma hiçbir olumlu katkısı olmayan hiçbir emek üretmeyen, rızk ile geçinen emeksiz yiyiciler grubudurlar.

 Bu grup şehirlerde oturan ve Sultanın manevi itibarını göstermek için beslenen gruptur. Bunların kendi güçleri ve emekleri ile kendilerine bakma becerisi olmayan ve yardıma muhtaç olanlar olarak görmek insancıl bir görüş olmakla beraber, bu kitle bazı gösterişler için genişletilmiş ve binlerce kişiye karşılıksız maddi imkân sağlanmıştır. Hazineden yardım almayı alışkanlık haline getiren bu tembeller sınıfı, emeksiz geçinen grup giderek artmış ve ile hazine bu nedenle son derece zor duruma düşmüştür. Mürtezikalar ile Devlet arasında sorunlar yaşanmış ve davalar görülmüştür.

 Mürtezika sınıfı değerlendirildiğinde, bunların emek sarflarının sadece kendilerine sunulanı almak için bir yerde toplanmak ve istedikleri kadar yardım yapılmayınca da kazan kaldırmak gibi hareketleri olduğundan bunların fiillerini emek sarfı olarak nitelemek emeğin temel prensibine ve unsurlarına aykırılık teşkil edecektir. Ayrıca toplumda bu tür bir sınıfın oluşturulması son derece yanlış olup bireyi çalışmaktan ve geçimini sağlamak için emek sarf etmekten uzaklaştırmaya yönelik olmuştur. Aynı şekilde günümüzde de karşılıksız yardım niteliğinde olmak üzere muhtaçlara yönelik yardımların da gerçek muhtaç güçsüz ve bir başkasının desteği olmaksızın yaşama ve çalışma becerisi olmayanların dışında da menfaat sağlamayı adet haline getiren insan grupları yaratma yoluna gidilmiştir. Bu toplumu çalışmaktan uzaklaştıran ve tembelliğe alıştıran bir fiil olarak sosyal yardımların hedefinin ve amacının çarpıtılmaması gerek insanın insan olma değerini etkilediğinden ve gerekse ulusun sürekliliğini ve gücünü etkileyeceğinden yanlıştır. Bireyin geçimini sağlaması için asgari imkanlarını kullanabilmesine olanak tanımak ve onu emek sarf etmeye yönlendirmek sosyal devletin görevidir. Güçlü ve özgür toplum ancak bu şekilde oluşturulabilir. Düşünen , becerisi geliştiren üretimde bulunabilen toplumlar başarılı ve zengin olabilir. Bu nedenle sırf gösteriş olsun diye yaratılmış Osmanlı’daki mürtezika sınıfının günümüz olaylarına benzerliği açısından sosyal yardım niteliğindeki alışkanlıkların dozunun çok iyi ayarlanması gerektiği açıktır.

B) OSMANLI DA EKONOMİ VE EMEK[13]

 Osmanlı İmparatorluğu tarım ülkesi olarak 16 yüzyılda kendine yetecek kadar üretim yapmış ve 18 yüzyıldan itibaren hızla gelişen ekonomik ve sosyal gelişmeye sanayi devrimine kapalı kalmış ve dinin de etkisi ile medeniyetin getirdiği yeniliklerin bir çoğunu günah saydığı için gerileme dönemine girmiş ve sonunda Dünya devletlerinin amacı doğrultusunda parçalanmış bir imparatorluktur. Bu İmparatorlukta emek sermaye ilişkileri çok boyutludur. İmparatorluk etnik olarak, Hıristiyan ve/veya gayrimüslim unsurların Türk toplumu ile birlikte yaşadığı, adetlerin birbirinden etkilendiği yapıdadır. Şehirlerde yaşayan gayrimüslimler Osmanlının ekonomik düzenini etkilemişlerdir.

 Esasen, Türkler Anadolu’ya geldiklerinde sosyal ve ekonomik hayatın kuruluşunda temel görevi bu toprakların o tarihlerde sahibi olan yerlileri ve yaşayanları görmüşlerdir.[14] Gayrimüslimlerin konut, iş yeri, tarım alanları gibi emlakleri Türklere geçmiş ve onların stilinde yaşamaya ve çalışmaya devam olunmuştur. Özellikle dokumacılık, maden işçiliği, madeni eşya yapımı, inşaat yapımı gayrimüslimlerin faaliyette bulundukları alanlar olarak Anadolu’nun Türk yurdu olmasından sonra da devam etmiştir.

 Anadolu’ya gelen Türkler yerleşik halkın zanaat ve üretimlerinin değerlenmesine de neden olmuş ve ticaret gelişmiştir. Tüm halk iç içe yaşayarak çeşitli akınlar nedeniyle harap haldeki ve bakımsız vehatta Avrupa’nın ortaçağ görüntüsü benzeri olan Anadolu şehirleri ve tarım alanları canlanmış ve Türk toplumu esasen bildiği hayvancılık ve tarım konusunda faaliyet göstererek, yerleşik düzende çalışmayı sürdürmüştür. Başka deyişle yeni vatanda emekle yaşam düzeyi iyileştirmeye çalışılmıştır.Gerek Türkler kendi bilgileri ve gerekse yerleşik düzendeki uygulamalar birbiri ile kaynaştırılarak yeni bir üretim ve yaşam biçimi elde edilmiştir.Türkler uzun bir süre gayrimüslimlere çıraklık yaparak iş öğrenmiş emeklerini vermişlerdir. Ancak yayla hayvancılığı, zirai işletmecilik gibi Türklere has işlerde ekonomik işletmenin Türklerin elinde olduğunu ve bu konuda gayrimüslim halk ve Anadolu yerlisinin Türklere etkisinin olmadığını görüyoruz. Bu da tarım ve hayvancılıkta çalışmanın Türk toplumunun elinde olduğunu göstermektedir.

 Anadolu’daki topluluğun etnik niteliği, toplumun sosyal ve ekonomik yapısını etkilemiştir. Türk gruplar Türkmenlerden, Kafkaslar, Asya, İran kökenli  ve askerlerden oluştuğunu ve kültürünün İslam –Türk –İran karması ve ekonomik olarak da Türkmen yayla işletmesinin hakim olduğunu ve buna yerli ekonomik usullerin de katkısı olduğu anlaşılmaktadır.

 Anadolu yaylalarını Türkmenler doldurmak sureti ile kendi alıştıkları tarım ve hayvancılığı yaparak geçimlerini sağlamışlardır. Bir süre sonra asker niteliğinde olanlar da askerliği bırakarak şehir yaşamını tercih etmişler ve ele geçirilen yeni şehirlerde akıncılar şehir sakini olmayı tercih etmişler, böylece yerleşik düzene geçilerek askerlik yerine zanaat ve tarım yapma öne geçmiştir.Türkmenler ve yerli ahali ve gayrimüslim halklar asında ticaret ilişkileri sürüp gitmiştir.[15]

 Edirne’nin alınmasını takiben de başşehir Bursa dan Edirne’ye taşınmış ancak her iki şehir Osmanlı yönetiminde önemini hiç yitirmemiş ve iki başşehir gibi kalmıştır. Bunun sonucu olarak da birbirleri ile her türlü rekabetin yapıldığı iki şehir oluşmuştur.

 Anadolu’dan Türk asilzadeleri bu şehirlere göç etmiş ve sermayeleri ile ekonomik açıdan bu şehirlerin faaliyetini arttırmıştır. Daha sonra İstanbul un alınması ile başşehir İstanbul olmuş ve Osmanlının gerek siyaset ve gerekse ekonomisinde ve kültüründe yaşam biçiminde önemli sosyal ve siyasi değişiklikler olmuştur.[16]

 Osmanlı da görev ve çalışma daha ziyade devletin yönetilmesi ve ordunun geliştirilmesi ve yetiştirilmesi çalışmaları bağlamında olmuştur. Osmanlı aristokrasisi de imar alanında faaliyet göstermeyi tercih etmiştir. Bu çalışma sonucunda emekçi grup ile aristokrat işverenler arasında ilişkiler örf ve âdete göre gelişmiştir.

 Örf ve adet toplumdaki etnik yapılanmaya göre emeği, emekçiyi ve ücretlendirmeyi etkilemiştir. Toplumun yazılı olmayan gelenekleri, Türk ve Müslüman adetler birlikte değerlendirildiğinde, Türkler çalışmalarında ,emeğin arzında,  usta çırak kalfa veya aile bireyleri içinde veya diğer bireylerin de katılımı ile topluca çalıştıklarını ve emek verilen bir ilişki içinde işin görülmesi ve üretimi bu yoldan almayı gerçekleştirmiştir. Birbirlerine yardım etmek veya yardım talep edenin, yardım edenlere hakkını ödemesi gibi bir yapılanma içinde çalışmanın yürütüldüğünü görmekteyiz.

 XIII. yy. dan XX. yy. kadar Anadolu’da yerleşim birimlerde esnaf ve zanaatkâr kuruluşları vardır. Batıdan farklı olarak ticaret sınıfının yerine esnaf loncaları bulunmaktaydı.  Bunlar işçi veya emekçi yetiştirme konusunda yetkin ve önemli bir kurum olma geleneğini sürdürmüştür. Şehirlerde diğer yerlerden farklı bir şekilde Ahi birliklerinin varlığı çırak kalfa usta ilişkisinin gerçekleşmesini sağlamıştır.

 Çırak kalfa ve usta yetiştirilmesinde Ahi lik ile başlayan kurum XVIII yy. dan itibaren Gediklere dönüşmüş ve Lonca örgütlenmesi biçimi alarak devam etmiştir.

 Ahilik kurumu sadece usta kalfa çırak konusunda önemli bir kurum değil aynı zamanda Anadolu’nun Türkleşmesinde çok ciddi rol oynamıştır. Kelime olarak birader kardeş anlamına gelen AHİ kelimesi aynı zamanda cömertlik yiğitlik  (Fütüvvet ) örgütü olarak temiz kalpli yiğit, iyi ahlaklı gençlerin yetişmesini sağlamıştır. Bu kurumun amacı günlük kazançlarından yiyecek ve ihtiyaçlarını sağladıktan sonra geri kalan ile hayır işleri yaparak yardımlaşma ve dayanışma, güvenlik ve barışın sağlanmasında öncülük etmişlerdir. Ahilik iş ile eğitimin birleştiği ve esnaf örgütü olarak belirginleşmiş bir kurum olup, Osmanlı’nın merkezi hâkimiyetinin gelişmesi ile bu kurumlar zayıflamış ve sıradan esnaf loncalarına dönmüştür.[17]

 Bilindiği gibi Loncalar Ortaçağ esnaf ve sanatkârlarının meslek kuruluşları olarak çırak kalfa ve usta sınıflanmasına dayanan bir hiyerarşi içinde olan kurumlardır. Meslek gruplarının mutlaka Lonca hiyerarşisi içinde oluşması gerekmiştir. Loncalar ortaçağın vazgeçilmez kurumu olarak meslek ve sanatın öğretilmesinde rol oynayarak emekçinin gelişmesi ve nitelik kazanmasını mümkün kılan bir örgüttür.

 İlk dönemlerde Osmanlı da esnaf sınıfı, usta ve yanında çalışan çırakları ile hoca talebe ilişkisi içinde gelişmiştir. Esnafı da ikiye ayırmak gerekmektedir. Üretici ve toptancı faaliyeti olarak rolleri bulunmakta idi. Bunların kendi lonca dediğimiz meslek kuruluşları vardı. Malın üreticiye kadar gelmesi üreticiden tüketiciye kadar gitmesinde arada bulunan diğer kademeler de bulunmakta idi. Bunlar komisyoncular, taşıyıcılar, toptancı tüccarları ve kredi işlerinde faaliyet gösterenler gibiydi. Genelde kredi işlerinin Yahudiler elinde olduğunu görüyoruz. Türk esnaf loncalarının ortaçağ kurallarına bağlı kalması Pazar sistemindeki gelişmeyi yakalayamaması ve bu loncaların bir çeşit tarikat- ocak disiplini içinde gelişmesi, ve en önemlisi ustaların çırakları yetiştirmede, meslek öğretmede, bir sanatı öğretmede kıskançlık duymaları, zanaat ve ticaret alanında kaliteli işçi ve usta yetişmemesi, Osmanlının rekabet gücünü azaltmış ve dışa bağımlı hale getirerek Türk şehirlerinde ticaret hayatını söndürmüş ve yerli malın üretimini yok dereceye indirmiştir.[18]  Kapitalizmin gelişmesi ve sanayi devriminin gelmesi ile emek ve sermaye ilişkisi yeni boyutlara taşınmıştır. Osmanlı bu dönemde ortaçağ kurumunun uygulamasına devam etmekle sanayi devrimini yakalayamamıştır. Özellikle kapitülasyonların varlığı da Osmanlının ekonomisinin çökmesine ve halkın sefaletine neden olmuştur.

 Bu arada toplum üzerinde etkin bir kurum dinin baskısı ve Şeyhülislamlar marifeti ile ülkenin yönetilmesine varan uygulamaların etkisi olduğundan, dini kuralların hâkimiyeti bağlamında emekçi hakkında İslam âlimlerinin olaya bakış açısının ne olduğunu görelim.

 İslamiyet açısından Müslüman kesim de emek olgusu ilginç bir şekilde yorumlanmıştır. İslam dininde iş ve meslek sahibi olmak ve ailenin rızkını sağlamak için çalışma cihat olarak kabul edilmiştir. Çalışmak ibadet olarak kabul ve sevap kazandırıcı nitelikte yorumlanmıştır. İslam Hukukunda çalışma ve kazanmanın hem hak ve hem de vazife olduğu belirtilmekte ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasalarında da gerek 1961 Anayasasında da 42. madde ve gerekse 1982 Anayasasının 49. maddesinin başlığının “ Çalışma Hakkı ve Ödevi “olarak belirtilmiş bulunması İslam Hukuku ile benzeştiği şeklinde yorumlanmaktadır.İslam da işin meşru olması aranmıştır, halkın zaruri ihtiyaçlarını karşılayan işyerinde  işçilerin gerektiğinde işi bırakmamaları için zorlama yapılacağı dahi gelenektir.[19]  Çalışma ve iş üretme ve adam kullanma konularında İslam örf ve âdetindeki serbesti kuralı ışığında emeğin değerlendirilmesi ve düzenlenmesi yapılmıştır. Buna Osmanlı devlet yönetimi ve hükümranlığını da eklediğimizde emek ve emekçi/ işçi için uygulanacak kuralların niteliği kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

 Tarım ve çiftçilik konusu, devletin önemle üzerinde askeri nedenlerle durduğu vazgeçilmez olarak görülen bir alandır. Tarım üretimi ve gelirleri ekonomik meta olarak devlet ile vatandaş arasındaki vazgeçilmez bir ilişkidir. Toprak mülkiyeti Devletin, üretmek ve çalışmak ta halkın görevidir, üretimden devletin alacağı vardır, devlete vergi verilmesi gerekir, bu bağlamda emeğin değerlendirmesi dahi düşünülemez. İnsan emeğinin bir değerinin olmadığı bir anlayış içinde sürüp giden uygulamanın varlığı karşısında  ne emeğin ve ne de insanın Osmanlı ‘da değerinin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

 Belirtelim ki, Osmanlı da Devlet ve Halk ilişkileri her zaman kötü olmuştur. Adalet, güvenlik kavramları son derece zayıftır. Olumsuzluk hâkimdir. Anadolu çiftçisi köylüsü (reaya) para darlığı ve üretim düşüklüğü içindedir, usulsüz ve keyfi vergiler halkı bezdirmiştir. Hatta üretim fazlasına görevliler el koyduklarından halk kendine yeter miktarda üretim yapmayı yeğlemiştir. Yöneticiler ile ki, yöneticileri de kendi içlerinde farklı statü ve hiyerarşi içinde düşünmek gerekmektedir, bunlar; beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı, kethüda, kapuağaları, rüşvetle iş yapan adalet görevlileri, tımarlı sipahi  vs gibi görevliler, devlet ve halk arasındaki görev ve işleri halkın devlet ile yabancılaşmasına neden olacak şekilde yürüttüklerinden halk ve devletin arasının açılmasında  başlıca unsuru olmuşlardır.. Ayrıca asi gruplar ki sekban, levend ve celaliler[20] halkın bizar olması için yetmiş ve artmıştır. Ancak bu isyanların ekonomik ve sosyal nedenlerini de incelemek gerekir. Mülksüzleşme ve Anadolu’nun nüfusunun artması ve bunların yurtsuz mülksüz olması planlı bir ekonomi olmaması ve devlet otoritesinin ise hiç olmaması ve istibdat bu tür isyanların nedeni olarak açıklanabilir.

Bir halk deyişi dönemi açıklamak açısından  çok anlamlıdır.

ŞALVARI ŞALTAĞ OSMANLI

EĞERİ KALTAĞ OSMANLI

EKENDE YOĞ, BİÇENDE YOĞ

YİYENDE ORTAĞ OSMANLI[21]

 

C) OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA MEVZUAT BAĞLAMINDA EMEK VE EMEKÇİYE DEVLETİN BAKIŞI                      

 

 Emek ve sermaye ilişkisi kavramı esasen 19 yy kavramıdır. Osmanlı bu kavramı erken idrak etmemiştir. Batı ile ilişkileri felsefi açıdan değil daha ziyade fetih ve güç gösterimi açısından gerçekleştiğinden, tehlikeli görülen Osmanlının yayılmacılığı Hıristiyan dünyaca büyük tehlike olarak algılanmıştır. Ve fakat Osmanlı İmparatorluğunun Kurulu bulunduğu toprakların gerek jeopolitik ve gerekse ekonomik önemi dünya ülkelerinin onu cazibe merkezi olarak görmesini engellememiştir. Özellikle yayılmacılığının arz ettiği tehlikenin engellenmesi için politik yapılanmalar ve entrikalar Osmanlı toplumunun birçok bakımdan gelişmesini durdurmuştur.  Bunlardan biri de çalışma hayatıdır.

 Yatırım ve yenilik getirme biçiminde gelişen Osmanlının bölünmesi için kurulmuş tuzak, Yabancı şirketlerin Osmanlıya girmeleri ile vahim bir manzaranın başlangıcı olmuştur. Osmanlının mali ekonomik ve hukuki gelişmesi açısından gerilemesi hızlanmıştır. Bu arada yabancılara verilen imtiyazlar işçilerin daha fazla sömürülmesine yol açmıştır. Tarım işçilerinin sefaleti korkunç boyutlara ulaşmıştır. Emeğin sömürüldüğü ve insan değerinin olmadığı dönemlerdir bu dönemler. Padişahlar bile halkın çilesi karşısında yakınmışlardır. [22]

 Ancak açıklamak gerekir ki, yabancı sermayenin girmesi ve Osmanlının çöküş dönemine rağmen emeğin değerlendirilerek kurallara bağlanması ve işçi hareketinin oluşması hep bu dönemlerde gerçekleşmiştir.

 Emeği ile hayatını kazanmak gayreti içinde olan ve toplumda toprağa bağlı veya ordu mensubu olmayanların hayatlarını idame ettirebilmesi için emeklerini sunacakları işletmelere gereksinim vardı. Bu nedenle ufak sanayinin veya yabancı işletmelerin işyerlerinde çalışanların durumunun sermaye karşısında ezilmişliğinin sonucu olarak,  emeğin korunması adına bir takım işçi hareketleri oluşmuştur. Bu hareketler Devlet tarafından engellenmiştir. Engellenmesi Meşruti Monarşi sisteminde padişahın hükümranlığının göstergesi olmuştur. Bu durum da, baskıcı rejim düzeni uygulandığının inkâr edilemez bir gerçek olduğunu açıkça göstermektedir.

 İmparatorlukta başta hanedan mensupları, askeri sınıf ve tüccarlar ve sarraflar yönetici zümresi olarak servet sahibi idiler. Bunların dışındakilerin köleden farkı olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Esasen KUL olarak nitelendiği birçok eserde yazılıdır. Ancak şunu belirtmekte yarar vardır. Osmanlı İmparatorluğunda KUL olarak nitelenmiş halk gerçekte KUL mudur? Emeğini arz eden ve az ile kanaat etmiş bu TÜRK ULUSU KUL olmuş mudur?

Önce KUL nedir bu konudaki tanımların değerlendirilmesi gerekmektedir: [23]

 Kul bir tanıma göre;  zavallı sefil akılsız ve kötü durumda kalmak için direnen ve kendi iyiliğini menfaatini göremeyen uluslardır. Gözlerinin önünde en güzel ve parlak kazançlarının götürülüşüne, tarlaların yağmalanmasına evlerinin eşyalarının ellerinden alınmasına seyirci kalanlardır. Hiçbir şeyin kendilerine ait olduğunu söyleyememektir kul olmak Yaşamına sahip olamamaktır. Zarar ve kötülük yüceltilmiş düşmandan gelmektedir, öyle ki o düşman için cesaretle savaşa gidip kendini ölüme atmaktır kulluk. Kul, kulu olmak istediği kişiyi kendisi yüceltmiştir. Onun çok olan gözleri ve çok olan elleri ve şehirleri çiğneyen ayakları vardır ve kuldur hep kullanılan. Kullar ezene iktidar vermezse KUL olmaz, diye gidiyor kulluk ile ilgili söylev.

 Bu açıklama bize TÜRK ün geçmişte hiç kul olmadığını gösteriyor. Çünkü sesini çıkarmayan Anadolu halkı elinden ürünü alındığı içi kendisine yeter miktarda üretmeyi göze almıştır. Devlet ile halkın arasının açılmış bulunması ve Devlete saygının giderek azalması Anadolu halkının kul olmadığının göstergesi olduğu gibi, bazı tanımlarda Osmanlı teb’asını oluşturan Müslüman kesimin kul olduğunu belirtenlere yanıt olarak demek gerekir ki kul diye nitelediğiniz bu grup yeni bir ulus meydana getirmiştir. Özgürlüğü için mücadele etmiştir. Ancak bir çok eserde Osmanlı da halkın kul olarak betimlendiğini ve sultanın kulları olduğu şeklinde açıklamalar bulunduğu da bir gerçektir. Tanrı kulu olarak İslami anlayış bağlamında insanı tanımlamak ayrık olarak, Anadolu halkının özellikle Türkmenlerin kul olarak nitelenmesi çok zordur. Kul olmadıkları ve olmaya niyetleri olmadığı için Anadolu da bir çok isyan çıkmıştır. Bu isyanların  sebebi ekonomiktir.Halkın Devlet tarafından sömürülmeye karşı olması nedeniyle isyanlar çıkmıştır.[24] Bu hususun göz ardı edilmemesi ve buna göre bir niteleme yapılmasının tarihi ve sosyolojik açıdan daha doğru olacağını düşünmekteyiz.

a)     Osmanlı Mevzuatında Çalışma Hayatını İlgilendiren Kurallar ( Emeğin Sermaye Karşısındaki Durumu)

 Yukarıda açıklandığı gibi, İmparatorluğun çöküş dönemindeki sıkıntılar ve ekonomik dar boğaz batı ile sosyal ve ekonomik alanda rekabet ortamının giderek yok olması, hükümranlık gücünün azalması gibi birçok nedenler, işçi hareketi bağlamında da kendini göstermiş ve Osmanlı İmparatorluğunda batıdaki gibi bir işçi hareketi gelişmemiştir.

 Ancak, her şeye rağmen sefalet içinde yaşayan emekçilerin direnmiş oldukları da inkar edilemeyecek bir gerçektir. İşçi hareketinin gelişebilmesi için Osmanlının sosyal ve ekonomik ortamı hazır değildi, çünkü sanayi gelişememiş olup, sınıf bilinci, emeğin korunması bilinci yoktur. Bilindiği gibi, işçi hareketi sanayi ile birlikte gelişen bir olgudur. Osmanlı döneminde, sanayi faaliyeti yerine el tezgâhları ile yapılan işler mevcut olup, dokumacılık, süsleme. halıcılık, çinicilik, dericilik gibi konularda faaliyet gösterildiğinden, bu sahadaki faaliyet ev ekonomisi içinde ve ufak işyerlerinde yapıldığından endüstrileşmenin getirdiği emeğin korunması bilinci yeşermemiştir.

 Esasen birçok mal da dışardan ithal edilmiştir. Avrupa’da makinenin kullanılmaya başlaması ile daha ucuz üretim Osmanlının ithal yolunu tercih etmesine neden olmuştur. Bu da sanayinin gelişmesini engellemiştir.

 Ancak işçilere ilişkin bazı mevzuatın çıkarılmış olduğunu ve işçilerin bazı organizasyonlar kurduklarını görmekteyiz.

 Avrupa ülkelerinde eğitim alan ve buradan etkilenen bir kısım aydın Türk adamlarının çabası ile 19 yy. endüstrileşmesinin Devlet teorileri üzerinde etkisini göstermesi ve yeni bir döneme girmenin arifesinde oluşan yeni felsefelerin Osmanlı’da uygulanmasına çaba göstermeleri ve  özgürlük, demokrasi laiklik kavramlarını inceleyen bu aydınların gayreti  ile, devletin niteliğine ilişkin ilk temel düzenlemeler, her ne kadar uygulamaya girmemişse de, Islahat Fermanı ile başlamış ve 1876 ta Kanunu Esasi ile ilk siyasal yapı oluşmuştur. Bu Türk toplumu için ilk Anayasadır. Ancak emeğe işçi haklarına ilişkin olarak oluşan hareketler devletin egemenliğine karşı bir hareket olarak nitelendirildiği için devlet egemenliğini hissettirmek için bir çok olumsuz sonuçları olan metinlerin varlığı da bir gerçektir. Emeği etkileyen belgelerin hükümleri emeğe ve emekçiye verilen değeri ortaya koyması açısından ilginçtir. Osmanlı belgeleri bağlamında emekçi ile ilgili tasarrufları görmek için bu belgelerin bazıları incelemek gerekmektedir.

[  1845 Polis Nizamnamesi[25]

 1845 Tarihli Polis Nizamnamesi önemli bir belge olarak Osmanlı İmparatorluğunun da çalışma ilişkisi bağlamındaki ilk düzenlemedir. Bu nizamnamenin yapılması o dönemde bazı işçi  hareketlerinin olduğunu ve sosyal mücadele içine girdiklerinin kanıtıdır.Hükümet bir takım işçi kuruluşları bulunduğu için polise geniş yetkiler vererek haksızlık ve adaletsizlik karşısında direnen emekçinin sindirilmesi için bu nizamnameyi çıkarmıştır.

 Nizamnamenin 12. md. de polise verilen görevde sayılan hususlar emekçinin hak arama imkanını ortadan kaldırmak engellemek için kurallar getirmiştir. Buna göre, polis işçinin işini bırakarak çalışmaması için oluşan  işçi toplulukları veya derneklerinin ortadan kaldırılması ve ihtilal yapmalarının önlenmesi için çaba harcayacaktır. Çünkü bu Nizamnamedeki  ” İşini gücünü terk ile mücerret tatil i mesalih i ibad garezinde olan amele ve işçiler….” ve ” Amele ve işçi makulelerinin ( takımının)cemiyetlerinin def ‘ ve izalesi ile ihtilal vukuunun önü kesilmelidir. ” gibi  hükümler ,polise önemli görev vermiş ve bu dönemde bir işçi hareketinin oluşmaya başladığı ve bundan Devletin korktuğu açıktır.

 İşçilerin hak arama konusundaki faaliyetlerinin önlenmesi için ciddi yasaklar getirilmesi, işçilerin cezalandırılmasını öngören kurallar Osmanlının emeğe olan saygısını ve verdiği değeri göstermesi açısından önemlidir.

 Bunun nedenleri üzerinde çeşitli görüşler vardır özellikle Avrupa ülkelerindeki işçi hareketlerinden ürküp,  böyle sert tepki verildiği bir görüş olarak belirtilmişse de , bu nizamnameden önce emeğin örgütlenmiş olduğu ve Osmanlı’nın yönetim düzenini bozan unsurların ortadan kaldırılmasına yönelik olarak nizamnamenin çıkarılmış olduğu açıktır. İşçilerin topluluk meydana getirdiği ve  teşkilatlanma hareketinin bu dönemlerde başladığı gerçeği karşısında Türkiye’de işçi hareketini 19.yy ilk yarısından başlatabiliriz.

[  1867 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi[26]

 1856 larda İngiliz sermayedarların ilk demiryolu yapmaya başlaması işçi sınıfını harekete geçirmiştir. Esasen Kırım savaşından sonra büyük bir göç olayının gerçekleşmesi Anadolu’da işsizliği de beraberinde getirmişti, bu dönemlerde 1860 larda Amerika’ya işsizlik nedeniyle göçlerin olduğunu da görmekteyiz. İşsizlik bir yanda sefaleti doğurmuşken  diğer yanda da mahdut sayıdaki işletmelerdeki kötü iş şartları dayanılmaz hal almıştı. Emekçinin emeğinin karşılığını alamaması ve kötü çalışma şartları altında ezilmesine baş kaldırması yabancı sermayenin gelmesi ile gelişmiştir.

 Ereğli Havzasında çalışan işçilerin kötü iş şartlarının düzeltilmesi amacıyla Madeni Hümayin Nazırı Dilaver Paşa 1865 yılında bir Nizamname hazırlamıştır. Bu nizamname Padişah tarafından kabul görmemiş ve imzalanmamıştır. Buna rağmen ,bu dönemde  işçilerin  yabancıların da iştirakinin olduğu dernekler kurmak sureti ile organize olmaya başladıklarını görmekteyiz. Ancak tüm bu organizasyonlar yabancı sermayenin etkilenmemesi ve işçilerin göstermelik sorunlarının halli için müsaade edilmiş olmaktan öteye gitmemiştir.

 Maden işyerinde çalışan emekçiler bakımından çalışma koşullarının çok ağır olması ve hiçbir korumanın bulunmaması nedeniyle, Ereğli Sancağı Kaymakamı olan Nazır Dilaver Paşa, bir düzen getirmek istemiştir. Bu amaçla emeğin korunması ve insanın insan gibi çalışmasını sağlamaya yönelik asgari şartları içeren bu nizamname ile köleliğe benzer bir sömürünün kaldırılmasını, keyfi çalıştırmaya son verilmesini, ücretsiz istihdam yapılmamasına yönelik uygulamanın getirilmesini sağlamak istemiştir. Bu konudaki çalışması son derece insancıl bir çalışmadır.

 Ereğli Havzasından çıkarılan kömür Bahriye Nezareti tarafından kullanılmakta olduğundan ve donanmanın gereksinimi nedeniyle nizamname kabul görmemiştir. Oysa, bu nizamname ile emeğin ücretlendirilmesi, ve ağır şartların giderilmesi işçilere tatil imkanını verilmesi  işçilerin madendeki çalışma sürelerinin sağlık açısından koruyucu olması, işçilerin barınacak yerlerinin olması , işçilere ilaç sağlanması gibi koruyucu ve işçilerin sağlığı ve iş   güvenliğine önem veren hükümleri içermekte idi.

[ 1869 Tarihli Maadin Nizamnamesi[27]

 Bu Nizamname Dilaver Paşa nizamnamesinde olmayan bazı hükümleri ihtiva etmektedir.  Bazı koruyucu hükümler getirmiş ve Devlete bağımlı olarak çalışanların üretimi arttırmalarını sağlamaya yönelik bazı yeni düzenlemeler yapılmıştır. Önemli bir konu da Devlet, madende çalışanlar ile tarımda çalışanları istikrarlı bir biçimde ayrık tutmak istemekte idi.

 Başka deyişle Devlet  tarım ülkesi olarak tarım alanındaki nüfusun maden işçiliğine kaymasını istememiştir.Çünkü maden çıkarılması Osmanlı için çok önemlidir. Devletin  yegane gücünü gösterdiği alan ,gemilerin çalışması ve harp için gerekli olan kömürün çıkarılmasıdır. Bunun  için işçilerin başka alanlara kaymaması gerekli idi. Bu nizamname metinleri açısından ,o tarihe kadar kuralsız olarak köleliğe benzer bir sömürü tarzı varken , keyfi ve zorla çalıştırma ,ücretsiz çalıştırma söz konusu iken bu kez ,çağdaş işletmeciliğin normlarına benzer nitelikte normlar ile zorbalık normları iç içe girerek bir düzen oturtulmaya çalışılmıştır.  Maden konusunda ilk emeğin korunmasına ilişkin hareketlerin belirmesi şaşılacak bir konu değildir,  çünkü tüm dünyada bu hareketler maden işinden başlamıştır.

[ 20 Nisan 1869 tarihli  Mecelle[28]

 Osmanlı çalışma ilişkilerinde hukuki düzenlemenin dolaylı olarak bir nebzecik bahsedildiği bir metin olarak Mecelle önemli bir kaynaktır. Ayrıca Türkiye’de 1926 yılına kadar Mecelle hükümleri uygulanmış bulunduğundan hukuk düzenimiz üzerinde önemli etkileri olan bir kanundur.

 Mecelle i Ahkam ı Adliyea  1869 kanunlaşmış ve bu yasanın Kitab’ül İcarat yani kira başlıklı kısmında yer alan 413 ve 421. 422, 423,424, maddelerinde adam kirasından bahsedilmiştir. Ecir , nefsini kiraya veren kimse olarak tanımlanmıştır.  İcar gayrimenkul veya menkul veya hayvan ve “ Nev’i sani amel üzerinde varit olan akd-ı icare olup bunda mecura ecir denilir” , diye açıklanarak insan kirasından bahis olunmuştur.

 Bir sözleşme ile kiralanan kişi bir iş yapmak için kendini kiraya vermektedir.  Bu bir tür ücretle amele ve hademe tutmak isteyen kimseye kendini kirala vermektir.  Kiralamak iki kısımdır. Tek bir kişiye münhasır olarak hizmet edenler ve birden fazla kimseye hizmet edenler. Aylıklı hizmetkârlar hasredilmiş emekçidirler. Bir kaç kişi de hasredilmiş kişiyi kullanabilmektedir. Örneğin bir çoban tutarak birkaç koyun sahibinin koyunlarını otlatmak üzere teslim etmesi gibi. Ancak bu hizmetin belirli bir zaman süresinde sürekliliği söz konusu olup ücret aylık ödenmektedir. Diğer kiralananlar ise emeklerini değişik kişilere sunabilmektedirler. Buradan görüleceği gibi insan emeği bir eşyanın kiralanması gibi algılanmış insan onurunun, insan emeğinin hiçbir değeri olmadığı açıkça görülmektedir. Sözüm ona ıslahat bağlamında ve yabancı devletlerin ve gayrı müslimlerin haklarının korunmasına yönelik gerçekçi yeniliklere açık bir yasalaşma yapılmaya çalışılmıştır.[29]

[1876 Tarihli Kanun i Esası[30]

 Bu kanun bir çok gel gitler ile uygulanmaya çalışılmış ancak mutlak yetkinin Padişahta olduğu gerçeği süregelmiştir. İlk metinde çalışma hayatına ilişkin bir hüküm sadece devlet hizmetine alınmada eşitlik ve angarya yasağına ilişkin hükümden ibaretti.  1909 da yapılan bazı değişiklikler ile , 120. maddesi ile toplanma ve dernek kurma özgürlüğü ne ilişkin hüküm kabul olunmuştur. Ancak hüküm konulması bu özgürlüğün fiiliyatta da gerçekleştiğinin kanıtı değildir.

 Bu belgeyi çalışanın sosyal haklarının korunması ve emeğe değer verilen bir düzenin yaratılması şeklinde anlamak mümkün değildir. Bu belge ne sosyal eşitliği ve ne de sömürü düzenini ortadan kaldıracak nitelikleri taşımakta idi.

[ 1871 Osmanlı Ameleperver Cemiyeti[31]

 Gerçekte işçi örgütünden ziyade adı her ne kadar amele olsa dahi dernek biçiminde kurulan bu kuruluşlar yardım amaçlıdır. Hayır ve yardımlaşma niteliğinde faaliyet göstermiştir. Gayrimüslimlerin özellikle Rumların Osmanlı üst tabakasında yer alan kişilerin hayırseverlik duygularının gerçekleştirmek için oluşturdukları bir kuruluştur.

 1894 te de Tophane fabrikalarında Osmanlı Amele Cemiyeti kurulmuştur. Ancak bu cemiyet kapatılmışlardır. Osmanlı Terakki- i Sanayi Cemiyeti bunun devamı olmuş ancak bu tür derneklerin kapatılması devrin gereği ve geleneği olmuştur.

[ 8 Ekim 1908 Tarihli Tatil i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanunu Muvakkat[32]

 II. Meşrutiyet döneminde işçilerin olumsuz çalışma koşullarına karşı harekete geçmeye başlamaları, işyerlerindeki işin tatil edilmesi, 8. Ekim 1908 de “ Tatil i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanunu Muvakkat“çıkmasına neden olmuştur.

 Tatili Eşgalin tanımı, bir müessesede bulunan ve bir sanatta çalışan işçilerin tümünün veya bir kısmının işlerini tamamen tatil etmeleri olarak açıklanır. Bu tür eylemin yapılmasındaki maksat ücret artışı, iş saatlerinin indirilmesi veya işyerinin düzeninde değişiklik istenmesi veya ikramiye istenmesi gibi sebeplerdir.

 Tatil i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanunu Muvakkat ile kamu görevi ifa edilen mahallerde işin ifasını durdurma gibi eylemler yasaklanmış olup, ve işçilerin çalıştıkları kamu kuruluşlarında idarenin yönetim kuralları hakkında itirazda bulunmak ve müdahale etmek gibi bir fiillerinin olamayacağı ve talepte bulunamayacakları belirtilerek, kamu görevi görenlerin kamuya ait kurumlarda bu gibi fiilleri teşvik ve tehdit yolu ile cebir ve şiddet kullanarak teşvik etmeleri sendika kurmaları ve işi tatil etmeleri yasaklanmıştır. Bu gibi fiilleri destekleyen veya destekleyenlere katılanlar veya diğerlerinin çalışmasına engel olanlar mahkemece bir aydan bir yıla kadar hapis ve 1 liradan 50 liraya kadar para cezası ile cezalandırılacaklarına dair hüküm konulmuştur.

 Keza aynı  kanunun 11. maddesinde de ,kamu hizmeti gören kurumlarda işçi kuruluşları kurulması tamamen engellemiştir ve bu kanunun neşrinden önce kurulmuş sendikalar varsa bunların da kapatılacağı  belirtilmiştir

[ 27 Ağustos 1909 Tarihli Tatil i Eşgal Kanunu[33]

 Tatil i Eşgal işin bırakılması demektir. Bir anlamda bugünün grevini ifade etmektedir.Bu kanunun önemi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yasaları açısından da toplu ilişkiler açısından bir ilk olması nedeniyledir.

 27.Ağustos 1909 tarihinde kabul edilmiş Tatil i Eşgal Kanunu ile, özellikle kamu hizmetlerinin görülmesinde önlemler alınmış ve Devletten ruhsat ve imtiyaz alarak demiryolu ve tramvay liman işleri yapan işletmelerde çalışanların, müstahdem ve amelenin, işin ifasını tatil etmeleri ( grev yapmaları) halinde hapis ve para cezası ile cezalandırılacakları dair hüküm konmuş ve emekçinin hakkını araması engellenmiştir. Kanun kamuda çalışan emekçileri kapsamına almıştır.(Md 8). Bu dönemde Devlet anlayışı bağlamında emeğin hiçbir değerinin bulunmadığı tek yarar sahibinin Devlet olduğu ve Devletin yararına aykırı olan her fiilin mutlak surette yasaklanması, önlenmesi ve ortadan kaldırılması gerektiğine inanılmıştır. Bireyin insan onuruna layık bir biçimde çalışması ve hak talebi kabul edilebilir bulunmamıştır.

 Bu kanunun Türkiye Cumhuriyeti döneminde de maalesef 1938 yılına kadar yürürlükte kalmış olması emeğe karşı zihniyetin göstergesidir. 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu kabul edilinceye kadar olumsuz hükümleri ile Tatil-Eşgal Kanunu uygulanmıştır.

 Bu kanunun çıkarılmasına neden o dönemlerde iş bırakmalarının yoğun bir biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. Bunları engellemek için yasa çıkarmak gerekli görülmüştür[34].Yasanın amacına ulaşması için önce işçilerin örgütlenmesinin yasaklanması gerekmekteydi, saniyen en önemlisi işçi hareketlerinin önlenmesi için hareketin başlaması için  bir takım süreçler koyulması gerekiyordu. Bu süreç amelenin istihdamında idare ile bir ihtilafı olduğunda öncelikle arabuluculuk kurumunun devreye girmesi kendilerini temsil ettirmeleri için üç vekil tayin etmek zorunda olmaları ve bunların bildirilmesi üzerine en fazla 4 gün içinde bir nüshanın ilgili kuruma verilmesi ve bu idarenin bir hafta içinde üç kişi tayin etmesi ve bildirmesi ve bu tayin edilmiş kişilerin de kanunda belirtilmiş süreler içinde toplanıp görüşmeleri gerektiği şeklinde  usuli işlemler konmuştur. Bu sistem ile arabuluculuk getirilmiştir. Taraflar anlaşamadıkları takdirde hizmetin bırakılmasına müsaade olunmuştur. Bu yasanın önemi her ne kadar uygulaması son derece zorlaştırılmış ve bir çok yasaklar ve hapis cezası dahil cezalar konmuşsa da grev kurumunun kabul edilmesi nedeniyle bir başlangıçtır.

 Bu kanunun yasalaşması sırasında Meclisi Mebusan görüşmeleri de bir o kadar  o dönemin zihniyetini göstermesi açısından son derece önemlidir.

 Hükümetin işçilerin organize olmaları ve işi bırakmaları haklarını istemelerine çeşitli nedenler ile engel olunmak istemesi karşısında bir takım mebusların  emek ve sermayenin hukukunun korunmasından ziyade genel menfaati esas alacak mevzuatın gerekli olduğunu ve işçilerin işi bırakmasının hakları olduğu , amelenin cemiyetler kurmaya hakları bulunduğu ve sendikalara müsaade edilmesi gerektiği  ifade olunarak, bunlar sayesinde , amelenin günde 12, 13 saat çalıştırılmaları gibi durumlar ve emeklerine , gördükleri işe uygun ücret verilmesinin sağlanmasına yönelik hak ve adaletli faaliyetlerinin kabulü gerekir denmiştir. Ancak ikaz ve itirazlarda bulunan aydınların görüşleri esas alınmamıştır.

 Her şeye rağmen bu kanunu emek ile ilgili tarihsel seyirde önemli bir yere sahiptir.Gerçi bu yasanın yorumlanış şekli açısından farklı görüşler doktrinde yer almışsa da [35]

[ 16.08.1909 tarihli Cemiyetler Kanunu[36]

 Tatil i Eşgal Kanunu çıktığı tarihlerde 3. Temmuz 1909 da Cemiyetler Kanunun çıkarılmış olduğu görmekteyiz.

 Cemiyetler Kanununa önem verilmiş bulunması o dönemde siyasi etkinliği sağlama aracı olarak örgütlenme gereğinin hissedilmesindendir. Böylece cemiyetlerin kurulmasına başlanmış ve meşrutiyet havası estirilmek istenmiştir. Ancak Cemiyetler Kanunu çıkarılmış bulunmasına rağmen işçilerin sendikal organizasyonuna sıcak bakılmamış ve kapatılmaları uygun bulunmuştur.

 Cemiyetler Kanununun meclisteki müzakerelerinde şiddetli münakaşalar yapılmış ve bir çok milletvekilinin sendikaların kapatılmasının yanlış olduğunu ileri sürdükleri görülmüştür. Ancak sendikaların kapatıldığı bir gerçektir.

 Bu kanunların varlığı o dönemlerde işçilerin emeklerinin korunması ve sömürünün engellenmesi için teşkilatlanmaya başladıklarının göstergesidir. Fakat bu günkü oluşum ile karşılaştırıldığında aynı anlamda faaliyet gösteren ve organize olmuş sendikalar olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Fransız ve Alman kültürünün etkisi ile uygulanan bir kısım kuruluşlar olmaktan öteye gidememiştir. Bu nedenle bilinçli ve tabanı olan bir işçi organizasyonu ve hareketinden bahsetmek mümkün değildir. Kaldı ki, bazı kaynaklardan anlaşıldığı kadarı ile o tarihteki sendikaları organize eden işçiler de yabancı işçilerdir.

 Esasen yıkılan bir imparatorluğun her kurumunun çökmüş bulunması, sanat ve meslekte çalışanların daha ziyade gayrimüslim olması, sanayi hareketinin olmaması, ülkenin geniş olması, savaşlar, cepheler, işçi hareketinin şuurlu olarak oluşmasına da imkan vermemiştir. Fakat yine de bir çok iş bırakma, grev fiilinin gerçekleştiğini görmekteyiz.[37] 1908, 1910 ve 1911 yıllarında ciddi işçi hareketleri olarak tarihe mal olmuş eylemler mevcuttur. Bunlardan bir kısmının bugün Türkiye toprakları dışında kalmış yerlerde oluşmuş bulunmasının ayrı bir nedeni vardır. Bir kısım hareketler o toprakların koparılması  için planlı eylemlerdir. Bir kısmı da 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin hareketlerdir.[38]

 1876 ve 1909 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında meydana gelen işçi eylemlerinin oluşması karşısında Türkiye Cumhuriyeti döneminde işçi hareketinin geç gelişmeye başlamasının nedenini işçilerde aramamak gerektiğini göstermektedir. Çünkü  1876 da Has köy Tersanesinde İngiliz işçilerin işi bırakmaları, Haydarpaşa demiryolu işçileri grevi, Tersane işçileri direnişi, Fişekhane işçilerinin Babı aliye yürümeleri, 1878 de Istanbul terzilerinin, duvarcıların, ayakkabıcıların grevleri, 1879 da, şirketi Hayriye vapur işçilerinin grevi, Tersane işçilerinin tekrar grevi, 1880 tarihinde gemilerde çalışanların Haydarpaşa demiryolu işçilerinin, haliç vapur iskelesinde çalışanların grev tehdidi, 1885 te odun depoları işçilerinin grevi, 1886 da Beyoğlu mağazaları işçilerinin işi bırakması ,gibi işçi hareketleri olmuştur.[39] Bu hareketlerin varlığı, emeğin savunulmasına yönelik hareketler olduğu halde,  1908 de meşrutiyet döneminde işçilerin faaliyetleri engellenmiş ve sindirilmeye çalışılmıştır..

 Bunun nedeni zayıf devlet politikası ve yönetimin acizliğinden kaynaklanmıştır. Güçlü devlet içinde çeşitli fraksiyonlar devleti zayıflatmaz aksine yeniliklere açılımda ve yeni kuralların toplumun refahı için konulmasında bir eğitim ve öncü olarak kabulü gerekir. Oysa aciz ve zayıf ,despot iktidarlar bireylerin haklarını kısıtlamayı kendi iktidarları için zorunlu görürler. Onlar için sadece iktidar vardır. Halkın önemi yoktur. Daha ileri gidersek insanın değeri yoktur. İnsan amaca ulaşmak için bir araçtır. Araç olan insan emeğinin ise hiçbir değeri yoktur.

 Aynı dönemlerde İngiltere ve Amerika’daki manzara bakımından eklemek gerekir ki,  işçi hareketlerine benzer eylemler oralarda da  başlamıştır ancak bu dönemlerde Amerika’da tam  sosyal ve ekonomik şartlar oluşmamış ve  köleliğin en kötü haliyle hüküm sürdüğü, hak talebine kurşunla cevap verildiği[40] ve İngiltere’de işçilerin çalışma şartlarının esaretle eşit olduğu, kuralları patronların belirlediği, emeğe değer verilmediği, emekçilerin sefil bir durumda olduğu dönemlerdir.

 İşte aynı dönemlerde Osmanlıda emeğin korunması bilinci ile emekçilerin eylem gerçekleşme çabalarının olması önemlidir. Despot bir rejim olmasına rağmen 600 yıllık Devlet kültürü ile  tüm dünyaya örnek olmuş bir imparatorluk, Osmanlı Toplumu, ekonomik şartların çok kötü olması nedeniyle halkın sefalet çektiği ve dünya siyaseti ve ekonomisi hakkında bilgi sahibi olamadığı bir dönem geçirmekte olmasına rağmen emekçinin eylem gerçekleştirebilmesi incelenmesi gereken bir olgudur.  Bu hareketler genelde sakin ve itaatkar olduğu inkar edilemeyen Anadolu halkının içinde bulunduğu durumu açıklamakta ve gerçeğin şimdiye kadar aktarılan gibi, imparatorluğun eşitlikçi tebaaya değer verilen ve İslam anlayışına göre fakir ve muhtacın korunduğu bir düzenin olmadığı aşikardır. Emekçi  hareketin filiz vermesi insan hakkı bağlamında olmakla beraber bu fiillerin İmparatorluğun çöküşünün de belirtisi olduğu inkar edilemez.

b) OLAYLARIN GENEL DEĞERLENDİRMESİ[41]

 Osmanlı İmparatorluğunda devletin işveren rolü gereği Tanzimat sonrasında devletin işletmek durumunda kaldığı bazı hayati işletmelerinde ki, bu işletmelerde bir takım işçi hareketlerinin olduğunu yukarıda belirttik, buralarda çalışanların emeğine hiç önem verilmemiştir. Stratejik nedenlerle, devlet işletmeciliğe giriştiği için, istihdam ettiği işçilere önem vermemiş ve denetim yapamamış, insan haysiyet ve onuru hakkında bilgisi olmadığı için kul olarak gördüğü halkın emeğinin önemini anlamamıştır. Kamu görevi gördürdüğü bir kesim bakımından iyi ücretler verdiği görülmekte ise de genel tablo sefalettir. O sefalettir ki Osmanlıyı sona erdirmiştir. Başka deyişle bir ülkede sefaletin yükselmeye başladığı zaman o devlet çöküşe geçmiş veya sonuna gelmiş demektir. Sefalet bir devletin yıkılması demektir. Halkın  sefalet içine düşmesi bir kısım iyileştirici hareketlerin olması veya bir kısım işletmelerin modernizasyonu sefaleti kamufle etse de o ülkenin sonu gelmiş demektir. Nitekim koskoca bir imparatorluk sefalet yüzünden sona ermiştir. Emeğe değer verilmeyen toplumlar yıkılmayı da beraberinde getirir.

 Osmanlıya baktığımızda çalışma ilişkilerinde devletin genel bir düzenleme yapmadığını görmekteyiz. Önem bile vermemiştir. Bir program dahilinde çalışma disiplini yerleştirilmemiştir. İşin hangi dalda yapıldığına göre  o kısım bakımından geçici nitelikte ve ilgili olduğu bölüme göre bir takım nezaret işlevi gündeme alınmıştır. Osmanlı Devleti Çalışma Hayatı konusunda son derece bilgisiz  yetersiz ve deneyimsizdir.

 Osmanlı’da Çalışma Yaşamı ile ilgili bütünlük arz eden ilişkileri hukuki olarak düzenleyen hiçbir düzenleme yoktur. Yukarıda bahsettiğimiz metinler çıkan olaylara göre basit çözümler ve engellemeler ile palyatif düzenlemelerdir. Esasen bu belgelerde çalışma hayatının emeğin değerlendirilmesi ve düzenlenmesi için değil, devletin egemenliğini sarsıcı eylemleri önlemek için düzenlenmiş metinlerdir. Bu nedenle de dolaylı olarak emeği etkileyen mevzuat olarak tanımlamaktayız. Fakat dolaylı olduğunu söylemek bunların değerini azaltmak olarak anlaşılmamalıdır. Bu belgeler tarihi belge olma vasfını ve Çalışma Hayatının tarihsel gelişimini açıklaması nedeniyle önemli belgelerdir. Bu belgeler Osmanlının toplumsal gelişimini belgeleyen belgelerdir. II. Meşrutiyet sonrası sosyal gelişme ve değişimler ve toplumdaki çözülmeler halk ve devlet arasındaki uçurum, kapitülasyonla daha da artmıştır. Çarpık ekonomik yapı, korumasız kalmış yerli üretimi veya sanayi denebilirse sanayinin çökmüş olduğu bir görünümde emeğin hareketini anlamamızı mümkün kılmaktadır.

 Emekçinin konumu ne olmuştur Osmanlı’da çok zayıf bir iş piyasasında küçük ölçekli işletmelerde çalışan işçilerin sömürülen emekleri için örgütlenmeleri gerek despot bir devlet idaresinde ve gerekse ekonomik şartlar çerçevesinde mümkün olamamıştır. Emirleri yerine getiren mutsuz, ekonomik açıdan son derece zayıf, özgürlüğü olmayan bir emekçi grubu olarak kalmak zorunda kalmış ve devlete, devletçe gözden çıkarılmışlığa rağmen yaşamını sürdürmüştür. Devlet ile halk arasındaki kopukluk ve Osmanlıya olan kızgınlık değimlidir ki, Halkın özgürlüğe karşı şahlanışını gerçekleştirmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur.

2)TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN KURULUŞ YILLARI VE EMEĞİN HAREKETİ, EMEĞE VERİLEN DEĞER.

 Osmanlıdan    olumsuz miras almış olmasına rağmen bir takım hareketlerin başlamış olması emeğin serüveninde yabana atılacak nitelikte değildir. Başka deyişle devlete karşı halkı kışkırtmak ve başka politik emeller uğruna işçinin örgütlenmesini sağlayan ve örgüt bilinci ile emek savunuculuğunun öğretilmesi ve yerleştirilmesine yabancıların işlettiği işletmelerde rastlanılmaktadır. Belirli bir amaç için uğraşı vermiş yabancı çalışanlar işletme sahipleri,  amaçlarına Osmanlının bölünmesi sebebiyle ulaşmışlarsa da Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasını hiçbir şekilde engelleyememişlerdir.

 Başka bir amaç uğruna yabancı çalışanların ektikleri tohumlar bir açıdan örgütlenme bilincinin Türk insanına öğretilmesi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu şekilde emekçiler örgütlenerek emeklerinin korunması ve sömürülmemeleri gerektiği ve hak ve menfaatlerinin  ve insan onuruna uygun yaşam hakları olduğu gerçeğinin idrakini sağlamıştır. Böylece hakların elde edilmesinde başkaldırmanın gerekliliğini  öğrenen emekçiler örgütlenme  ve çağdaş kurallar hakkında fikir sahibi olmuşlardır. Bu başlangıcın Türk toplumu açısından ilk  ve yararlı olduğunu belirtmek gerekir. En azından Türkiye açısından örgütlenmenin Osmanlıdan gelen bir tarihi geçmişi bulunduğunu açıklayabilmekteyiz.Türkiye Cumhuriyeti ile Osmanlı dönemi arasında tam bir kopukluk olmamış ve bir kısım mevzuat Cumhuriyetin kurulmasından sonra da yürürlükte kaldığı için toplum düzeninde miras olarak kabul edilmek gerekir.

 Türkiye Cumhuriyetinin kurulamasını takip eden yıllarda işçi işveren ilişkileri ve buna bağlı olarak emeğin sömürülmesi ve sömürünün önlenmesi için gerekli önlemlerin alınması için  mücadelenin hemen gelişemediği bir gerçektir. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum. Dünya devletlerinin I.Dünya Savaşı sonrası yeni yeni Şekillenmesi, politik kutuplar oluşması, sanayi toplumuna doğru gidiş Türkiye’nin stratejik konumu nedeniyle kültürel sosyal ve dinsel niteliklerinin ahenkleştirilmesinden kaynaklanan sorunlar  Türkiye’de emeğe yeterince önem verilmesini engelleyen unsurlar olarak görülebilir.

 Ancak belirtmek gerekir ki, Türkiye bağlamında emeğin serüvenine baktığımızda şu anda gelinen noktanın yeterli olmasa da önemli aşama kaydetmiş olduğudur. Gerçi emeğe giderek daha az değer verme sürecine girildiği vakıası karşısında , Türkiye’de ki nitelemenin dünyadaki oluşumdan farkı olamayacağı da  açıktır.Emeğe değer verebilmek için emek faktörü ile uğraşmak emeğin sosyolojik ve tarihsel evresini incelemek ve bunun önemi hakkında toplumsal bilinç yaratılarak değer verme gerçekleştirilebilir.Emeğin insan için önemi ve yaşamsal niteliği olduğu bilinci olmaksızın, emek ile ilgili yasal düzenlemeleri de sadece sermaye karşısında dengeleme adına bir takım kurallar ile düzenlemeye kalkmak ve emeği ülke ekonomisi ve işletmelerin  uluslararası rekabeti ve pazar ekonomisi açısından değerlendirmek ,emek ile ilgilenmek onu korumak anlamını taşımamaktadır. Emek sadece karşılığı ücret olan bir meta değildir. Emeğe bir toplumda ne değer verildiği ve getirildiği nokta o ülkenin geleceğini de belirlemesi açısından son derece önemlidir. Emeğe değer verilmesi insana değer vermektir. İnsana değer verilen bir toplum yücelen ve güçlenen bir toplumdur.[42] İnsan faktörünün ikinci üçüncü planda olması ve ekonomik olarak değerlendirilmesi toplumların gerilemesine neden olacaktır. Her şeyin insan için olduğu gerçeğinin yadsınması ulusların çöküşüne neden olacağı halen göz ardı edilmektedir. Oysa Osmanlı’nın yıkılışındaki temel nedenlerden en önemlisi halka hiç değer verilmemiş olması değilmi dir? .Halk menfaat elde edilecek saltanatın yaşamasını sağlayacak gruplar olarak nitelendiği insan olduğunun unutulduğu saltanatın arzularını yerine getiren yığınlar durumuna sokulduğu için koskoca imparatorluğun yıkıldığını inkar edemeyiz.

a) Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluş Dönemi

 Atatürk Dönemindeki çalışmaya ve emeğe verilen önemden bahsetmeden önce 1921 tarihine kadar Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün son yılları ve İttihat ve Terakki ruhunun geliştiği ve ulus olma bilincinin ortaya çıkmaya başladığı dönemlerdeki sermaye ve emek ilişkisi üzerinde etkisi olan sosyal durumu, ve bu konuda toplu harekete ilişkin faaliyetlerin gelişmesi veya gelişememesi nedenlerini siyasi durumu gözden geçirerek açıklamaya çalışalım.

aa) Mondros Mütarekesi Dönemi 1918[43]

 Mondros Mütarekenin haksız olması ve haksız bir anlaşmanın yürürlüğe konması ve böylece İzmir ve İstanbul’un işgal edilmesi Ulusal Heyecanın Kükremesine sebebiyet verdiği önemli  olaylardır.

 Bu sırada Osmanlının çok vahim bir durumda olması nedeniyle İngiliz ve Amerikan mandasının kurtarıcı olacağına inananlar ve bunu savunanların yanı sıra işçiler, emeği ile hayatını idame ettirmeye gayret edenler derlenerek örgütlenmeleri gerektiğini idrak etmeye başlamışlardır. İşçi olmanın, ırgat olmanın, toplumda aşağı sınıfta olmayı hak etmek demek olmadığı ve insanların toplumda haklarının bulunduğu ve emeğin sömürülmemesi için talepte bulunulması gerektiği ve özellikle bunun için de özgür olunması gerektiği bilinci oluşmuştur.

 Milli birlik ve beraberlik şuuru ile kurulmuş Fırkalar bir üst kuruluş altında toplanmayı hedeflemiş ve bu birliğe işçilerin de başka deyişle emek grubunun da katılımı gerçekleşmiştir. Siyasi olmayan bir takım cemiyetler ki bunların içinde Kadınları Çalıştırma Cemiyet i İslamiyesi de vardır birlik ve beraberlik amacı güderek bir kongreye oluşturmuşlar ve delege göndermişlerdir.

 Bu arada Sosyal Demokrat Fırkası adı altında 1918 de bir Fırka kurularak çiftçilerin işlerini düzeltmek ve sınai iktisadi sendikalar kurulmasını desteklemek ve işçi haklarının, emeğin, sermaye karşısında korunması için organize olmak amaçlanmıştır. Bu arada Brüksel’deki sosyalist akımlar izlenmiş ve Avrupa da emeğin örgütlenmesi hareketleri takip edilmiş ve Avrupa’daki işçi örgütleri ile bir çok haklardan esinlenmek için ilişki kurulması yararlı görülmüştür.

bb)İzmir İşgalinin Protesto Edilmesi[44]

 1919 yılında İzmir’in işgalinin protestosuna işçiler ve esnaf katılarak protesto hareketini gerçekleşmişlerdir.  Özellikle Tramvay işçilerinin grev konusunda bu dönemde bilinçlenmeye başladığını görüyoruz. Emeğin değerinin ancak bağımsız bir Devlet içinde özgür bir birey olunduğu takdirde mümkün olabileceğinin emekçiler tarafından idrak edilmesinin bir sonucu olarak örgütlü hareketler başlamıştır.

 Bu arada Yurt dışında eğitim görmüş Osmanlı aydınları yabancı ülkelerde bastıkları gazeteleri ile Anadolu da sermaye karşısından ağır şartlar altında çalışan emekçilerin içinde bulundukları  durumu dile getirilmiştir ve hakim sınıfın, burjuvanın emeği sömürdüğü, çalışan halkın örgütlenmesine hakim sınıfın çıkarları nedeniyle  engel olunduğu, açıklanmış ve bunun sona ereceği kurtuluş gününün yakın olduğu bildirilmiştir. Burada halkın,top yekun emeğin savunulması için şuurlaşmış olduğu ve her türlü mücadeleye hazır ve kararlı olduğunu görüyoruz.

 Emeği sömürenler daha ziyade yabancı sermayedarlar olduğu gibi, Osmanlı işletmeleri de aynı şekilde kötü iş şartları altında işçileri çalıştırarak emeği sömürmekte idiler. İş şartlarının çok ağır olması ve insanca olmayan davranışların sergilenmesi emekçilerin dayanma gücünü artık  aşmıştı.

 Bu dönemde Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası kurulmuş ve Kurtuluş adında bilimsel bir dergiyi Berlin’de çıkarmış ve proletaryanın senelerdir ezilmişliği ve sefaletini mahrumiyetlerini açıklayarak bundan kurtulmak için and içildiğini yazmıştır. Türkiye’de çok önemli işlemler yapmıştır.

 İstanbul Vilayet ve Belediye seçimleri için yapılacak seçimlerde, seçim tasarısında bulunan, serveti olmayanlara seçim hakkının tanınmayacağı hükmünü, eleştirmiş ve fakir olmanın ve bekar olmanın seçim hakkından yoksun kalmaya sebebiyet vermeyeceğini savunmuşlardır.[45]  

 Bu Fırka, Anadolu kurtuluş hareketinin öncülerinden olup emekçilerin desteklediği bir kuruluştur.

 1919 yılında Hisar iskele işçilerinin, Kasımpaşa tersanesi işçilerinin , İstanbul hamallarının  kötü istihdam şartlarına ve emeğin sömürülmesine karşı hareket yaptıklarını  görmekteyiz. 1921 de işçileri etkileyerek bir greve gitmiş ancak başarılı olamamıştır. Bunun üzerine bazı aydınlar Fırka dan ayrılmışlardır.

cc) 1920 İşçi Hareketleri[46]

 Bu dönemde Rum ve Fransız gazeteleri basımcılarının grev yaptığını ve keza Tünel işçileri, tramvay  işçileri, Kazlı çeşme   deri işçileri  tersane işçilerinin grev yaptığını görmekteyiz.

 Ancak bu grevlerin bir kısmı  Osmanlı Sosyalist Fırkası adındaki ve işçilerden pek destek görmemiş olduğu söylenen bir partinin liderliğinde ve Sosyalist Hilmi adındaki liderinin çeşitli girişimleri ile gelişmiş bir hareket olarak amacının ne olduğu münakaşalı olan bir dizi eylemler olarak nitelemek mümkündür. İngiliz ve Fransız işgal kuvvetlerinin desteklediği hareketler olarak amacının ve hedefinin şüpheli bulunduğunu açıklamak yanlış olmayacaktır. Çünkü, İngiliz ve Fransız işgal kuvvetleri ile yaptığı pazarlıklar sonucu kendisine maddi imkan sağlamış ve armalı bir otomobil ile partisine bir bina almıştır,  Tersane işçilerinin grevi için tüm paralarını harcadığı ve bu nedenle grevin başarılı olduğu belirtilmektedir.Haliç İdaresi, Fransız sermayesi ile kurulmuş Tramvay Kumpanyası gibi işçi çalıştıran işletmeler bu kişiye güvenerek önemli bağışlar yaptıkları bir gerçektir.

dd)1.Mayıs 1921 İşçi Bayramı[47]

 Gemiciler ve deniz yolları işçileri Tramvay işçileri 1 Mayıs 1921 günü tatil yaparak işçi bayramını kutlamışlardır. Bu kutlama işgal ordularına karşı işçiler tarafından yapılmış bir gösteri olarak değerlendirilmiştir.

 Bu arada yanlış birçok işçi eylemi işçilerin başarısız olmalarına ve örgütlerinden ayrılmalarına yol açmıştır. Sosyalist Hilmi’nin kışkırtmaları ile işçilerin tramvay işletmesinde yaptıkları grev başarısız olmuş sahte sözde emekçileri koruyan derneklerin hareketleri işçilerin mağlup olmalarına yol açmıştır. Bu arada işçilerin askere gitmesini engellemek için grev kışkırtıcılığı yapılmış olması da yine incelenmesi gereken bir vakıadır. Kaynağının ve amacının ne olduğu üzerinde düşünülmek gerekir. Bu dönemde gelişmeye başlamış sol akım bir takım yanlış uygulamalar ile büyük ölçüde yara almış ve batıdaki gelişmesi gibi bir gelişme gösterememiştir. Bunun sonucu olarak ta emekçilerin sömürülmesi ve emeğin karşılığının insan onuruna yaraşır bir biçimde sağlanması için gerekli adımların atılması gecikmiştir.

 Ancak Cumhuriyetin kurulmasının ardından rejimde meydana gelen katılaşma 1 Mayıs açısından da etkisini göstermiştir. Zira emperyalist güçlerin tahriki ile başlamış olan bir dizi isyan rejimi tehlikeye sokacak boyutlara gelmiş ve bu kaygı ile bir dizi önlemler alınması gerekmiştir. Esasen henüz bilinçli bir işçi kitlesinin de bulunmaması kutlamalara müsaade edilememesi sonucunu doğurmuştur.

ee) İstanbul Amele Birliği 1922[48]

 Ankara’da kurulan hükümetten birçok beklentileri olan bu birlik çeşitli işçi örgütleri arasındaki dağınıklığı gidermek için faaliyet göstermekte idi. Ancak 1923 ta polis tarafından kapatılmıştır. Bunun yerine Amele Cemiyeti kurulmuştur. Bunun da tüzüğü polis tarafından incelenmiş ve sendika niteliğinde örgütlere hükümetin izin vermesini mümkün kılan bir yasanın olmadığı görüşü hakim olmuş ve emek yine korumasız kalmıştır.

İşçi Tesanüt ve Teavün Cemiyetinin bu dönemde kurulduğunu görüyoruz.Keza işçiler 1922 de 1. Mayıs işçi Bayramını da bu dönemde Ankara’da çok güçlü olarak kutlamışlardır.

 Türk İşçi Derneği işçi örgütlerinin daha çok işçi yararına çalışmasını sağlamak üzere bu dönemde kurulmuştur.

 Bu dernek, Anadolu işçi ve köylüsünün Mustafa Kemal Paşanın akıl ve zekâsı sayesinde yapılmış anlaşmaları överek emperyalizm sona erdiğini belirtmiştir.  Türkiye İşçi Derneği Türkiye’de kurulu dağınık olarak faaliyet gösteren işçi cemiyetlerini bir araya getirerek çağdaş bir örgütlenme sağlamak ve Sendikayı gerçekleştirmek istemiş ve böylece emeği, emekçiyi korumak gerektiği bilinci yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.

 Ancak bu arada kurulan yeni bir örgüt İstanbul Umum Amele Birliği, işçileri kışkırtarak bu çalışmaları engellemiştir.

 1922 ler de ise Genç Türk Devletinin basını, işçi örgütlerinin zararlı etkilerini  yazmaya başlamış ve işçilerin haklı istekleri ve ekonomik mücadelelerine önem vermemiştir. İşçi örgütlerinin işveren adamlarınca yönetilmesi için çaba harcanmıştır. Ayrıca işçi örgütleri birbirlerine düşürülmüş ve işverenlerce aldatılan işçiler işçi örgütlerinin mücadelesini yenilgiye uğratmışlardır. İşçiler birlik olamamakta ve birbirlerine düşerek amaçlarından uzaklaşmışlardır. [49]

b) Atatürk Dönemi ve İktisat Kongresi[50]

aa) 1921-1938 arası Dönem

 1921 de temelleri atılan Türkiye Cumhuriyeti Devleti genç bir devlet olarak yıkılan hakimiyetler üzerine kurulmuş olup 1921 ve 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununda 1. Maddede Millet hakimiyeti, Demokrasinin esas alındığı,  Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçı olduğu belirtilmiştir.

 Bu unsurları taşıyan bir devlet olarak çağdaş (ileri, pozitif, ekonomik ve teknolojik gelişmelere açık)  devletlerle fiilen ve ekonomik olarak eşit olabilmek için bütün sosyal ve ekonomik kurumların kurulması ve işlemesi için tüm önlemlerin alınması hedeflenmiştir.

 Sosyal adaletin, sulh, demokrasi ulusal hakimiyetin sağlanmasında ekonomik özgürlüğün ve refahın en önemli öge olarak kaçınılmaz gerçek bulunduğu idrak edilmiştir.

 Refahın tüm ulusa sağlanması zorunludur. Bunun için bir çok sosyal kurum gereklidir. Bunun için  yeni kurulan T.C. Devletinde sosyal hakların sağlanmasına yönelik kurumlar hızla BMM. nin iradesi ile kanun koyucunun düzenlemeleri ile gerçekleşmeye başlamıştır.

 Atatürk 1923 te İktisat Kongresinde ekonomik alanda atacağı adımları tespit ederken işçilere, emeğe büyük önem vermiştir.

 Konuşmasında “…çok emeğe ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bu nedenle kanunlarımıza uymak şartı ile yabancı sermayeye gereken güvenceyi vermeye her zaman hazırız ve arzu edilir ki, yabancı sermaye bizim emek ve servetimize katılsın. Bizim için ve onlar için yararlı sonuçlar versin; ama eskisi gibi değil. Gerçekten de geçmişte ve özellikle Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermaye, ülkede ayrıcalıklı bir konuma sahip oldu. (kapitülasyonları işaret etmiştir) Ve .bilimsel anlamı ile denebilir ki ,devlet ve hükümet, yabanca sermayenin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her uygar devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye de buna izin veremez. Burasını  esir ülkesi yaptıramaz…” demiştir.

 Bu kongrede işçiler temsil edilmiş ve işçiler ile çiftçiler ortak çalışmışlar ve Atatürk’ün kurmak istediği devletin temellerinde halk devleti halkın devri  esas alındığından işçi ve çiftçi grubunun istekleri aşağıda açıklandığı şekildeki talepleri Başbakanlığa ve Meclis Başkanına verilmiştir. Bu EMEĞİN değer taşıdığının ve emeğin ülkenin kurulmasında yaşamasında ve devamında ne derece önemli olduğunun ATATÜRK tarafından kafalara vurulduğunun resmi bir kanıtıdır.

İşçiler ile ilgili talepler aşağıdaki gibi ileri sürülmüştür.

  • Kadın erkek tüm çalışanlara amele yerine işçi denilecektir.
  • 1 Mayıs günü İşçi Bayramı olarak kabul olunacaktır.
  • İşçiler dernek kurabileceklerdir.
  • İşçiler günde sekiz saat çalışacaklardır.
  • 12 yaşını doldurmamış işçiler iş hayatında çalışmayacaklardır.
  • Işçi üç ay çalıştığı takdirde geçici işçi olmaktan çıkarılacaktır.
  • Tatil günlerinde işçilere ücret ödenmelidir.
  • İşçilerin hastalanmaları halinde üç ay bunlara ücret ödenmelidir.
  • İşçilerin yıllık bir ay izinlerinin olması gerekir.
  • İşçilerin sosyal sigortasının olması gerekir.
  • Sakat işçilerin yaşamları güvence altına alınmalıdır.
  • İşçilere hastahane yapılmalı ve sağlık kurallarına uygun evler yapılmalıdır.

Gelire göre vergi ödenmelidir.

 İzmir İktisat Kongresi gerek Türkiye ekonomisi ve gerekse işçi hareketi ve organizasyonu bakımından son derece önemli bir toplantı olup alınan kararların isabeti tartışmasızdır.

 Bu kongre işçi organizasyonunu hareketlendirmiş ve  bir hazırlık ve temel atma işlevi görmüştür.

 Yine aynı dönemde işçilere karşı girişilen yanlış eylemler ve işçi kuruluşlarının faaliyetlerinden komünizm sebebiyle korkan polis çevreleri , bu arada işçilerin  kışkırtılmaları sebebiyle  düzenledikleri bazı eylemler hükümeti devirme  eylemleri  olarak kabul edilmiş  ,bu eylemlerde bulunan işçiler tevkif edilmiş, vatana hıyanet suçu ile adliyeye sevk edilerek hareketleri engellenmeye çalışılmıştır.Bu baskılar sonucu işçi derneklerinin kurulması gerilemeye başlamış baskı ve tepki  rejimi hakim olmuştur.[51]

 İşçilerin sosyal ve ekonomik bunalım içinde olduğu ve  ciddi sıkıntılarının bulunduğu, işletmelerdeki eylemlerinin engellendiği ve birçok işletmede ücretlerin azlığı , kaza halinde ödenen tazminatların azlığı,  kadın erkek işçiler arasında ücret eşitsizliği  , çalışma sürelerinin azaltılması gibi taleplerle   grevlerin  yapıldığı ve  sonuçlar alınması da yine bu dönemlere rastlamaktadır.

 Açıklamak gerekir ki, İttihat ve Terakkinin cemiyet kurmak konusundaki getirdiği yenilik başka deyişle dernek kurma özgürlüğü fikri  yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticilerine ilham kaynağı olmuştur. Ancak İttihat ve Terakkicilerin  işçilere karşı olumsuz fiillerini de hatırda tutmak gerekir.

 Ancak emeğe önem verilmesi ve korunması ideolojisi desteklenmekte ise de bu dönemde Amele Birliğine önem verilmediği ve kapatılmış olduğu görülmektedir. Hükümet bu dönemde bir çok işçi liderinin tutuklanmasına da seyirci kalmıştır. İşçi örgütlerine baskı yapılmış korkutulmuştur. Sendikaları destekleyen ve işçi hareketlerini koruyan fikirde olanlar hükümetten istifa etmek zorunda kalmıştır.[52]

 Hükümet işçi kuruluşlarına kendi adamlarını getirmiş ancak daha sonra bu kuruluşların el değiştirmesinden endişe ederek bunları çalışamaz hale getirmiştir. Keza bu arada işçi kuruluşlarını destekleyen veya faaliyet gösterenler  sebepsiz yere tutuklandıkları  ve yargısız cezaevlerinde tutuldukları da bir gerçektir.

 İş Kanunları ve Sendikalar Kanunu çıkarılması için teşebbüsler sonuçsuz kalmıştır.Böylece emekçinin emeğinin korunmasına yönelik faaliyette bulunma imkanı yok olmuştur.

bb) 1924 Teşkilatı  Esasiye Kanunu

 1924 Tarihli  Teşkilatı Esasiye Kanununda  , dernek kurma hakkı tanımakla beraber  , hükümetin tutumu bu dönemde daha da sertleşmeye başlamıştır.

 Grev yapan işçiler , 1 Mayısı kutlamak isteyen işçiler engellenmişlerdir. Hükümet işçileri oyalamak için “ Mesai Kanunu “ çıkarılacağını açıklamış ancak , işçilerin tutuklanması uygulanması devam etmiştir. İşçilerin emeğinin bir değeri olduğu ve insan emeğinin sermaye karşısında ezilmemesi yok olmaması için sistem gerekliliği bu bilincin yerleştirilmesi gerektiğini amaçlayanlar   İstiklal Mahkemelerine verilmeye varan işlemlere muhatap oldukları bir dönem olarak[53] olumsuzluklar sürmüştür. Bu dönemde , Osmanlı döneminden farklı bir uygulama gerçekleşemediğini görmek acıdır. Bu dönemi anlayabilmek için 1925 te kabul edilmiş  TAKRİRİ SUKUN KANUNU nu incelemek yeterlidir. Zira  dernek ve bu arada kurulmuş amele birliklerini de  engelleyen bir kanun olarak neşrolunmuştur. [54]

cc) Takrir i Sükun Kanunu ( 1925 tarihli)[55]

 Bu kanun 4 Mart 1925 tarihinde yürürlüğe konulmuş ve  aslında doğuda  meydana gelmiş Şeyh Sait isyanının bastırılması için çıkarılmıştır. Bu kanun ile o dönemde gericiliğe ,isyana yönelen ve ülkenin sosyal düzenini ,huzurunu bozan  emniyet ve güvenine karşı faaliyette bulunan tüm kuruluşların tüm kışkırtmaların yayınların önüne geçmek ve ülkede sükunu ve güvenliği sağlamak için hükümetin tek başına ve cumhurbaşkanının onayı ile her türlü yasağı uygulamak yetkisi verilmişti.Hükümete bu yetki  yönetime muhalefeti önlemek için verilmiştir. Ülkedeki anarşik ve dışardan gelen tahrik ve teşvikler ile meydana gelen olayları bastırmak için alınan önlemlerin maalesef bu arada işçi kuruluşlarının da faaliyetinin tamamen engellenmesine neden olmuştur. Emekçinin artık söz hakkı yoktur. Emeğin değeri düşünülmemiştir. Emeğe sermaye karşısında söz hakkı verilmemiştir.

 Hükümet işçilerin sınıf ilkesine dayanan bir örgüt kurmalarına izin vermemekteydi. Bu dönemde demokrasiye karşıt cereyanların olması sebebiyle Atatürk [56] Bolşevizm ve ihtilalci siyasi sendikalizm ve sınıfların temsil edilmesi görüşlerine karşı idi. Bu nedenle , demokrasiye karşı olan her unsura karşı olduğu için, ihtilalci siyasi sendikaların ,kendi menfaatleri için organize olarak siyasi bir kuvvet haline gelip hakimiyeti ellerine geçirmelerine, işçi gruplarının bu tür amaçla hareket etmesine ve fırsat yaratılmasına ,genel grevler yapmalarına  karşı olmuştur. Atatürk’ün gerekçeleri ve o dönem itibariyle görüşünün son derece yerinde olduğunu kabul etmek gerekir.

 Her ne kadar işçi hareketinin önü kesilmiş  ise de Türkiye’nin çevresindeki ülkelerin durumu ve yeni kurulmuş ekonomisi son derece kötü Türkiye’de başkaca sorunlarla uğraşmamak gerektiği ve yabancı unsurların müdahalesinin olacağı alanlarda sınırlama getirilmesi yerinde olmuştur. Çünkü bu dönemde işçilerin büyük çoğunluğu yabancı şirketlerin kurmuş olduğu iş yerlerinde çalışmakta idiler ve sendika ve grev hakkının verilmesi ve örgütlenmelerine izin verilmesi politik açıdan uygun görülmemiştir. Bu arada Lozan Konferansının da devam etmekte olduğunu hatırlamakta fayda vardır.

 Atatürk, Mecliste menfaat gruplarının temsil edilmesinin yanlış bulunduğunu, çünkü tüm halkın eşit olarak korunması ve refahının sağlanması gerektiğini belirtmiştir. Bir sınıfın diğerine üstün olmasına karşı olduğundan[57],  işçilerin kendi ekonomik ve sosyal haklarının ve menfaatlerinin sağlanması için siyaseti de etkileyecek bir örgütlenmenin oluşmasına olanak tanınması istenmemiştir. Bu nedenle, bu dönemde işçi ücretlerinin , çalışma saatleri ve şartlarının işverenlerce diledikleri şekilde düzenlendiğini görmekteyiz.

 Bu dönemde önemli olan 1 Mayıs 1925 te Amele Teali Cemiyetinin genel merkezinde kutlama yapılmış ve bu kutlamada

 Türk amelesi irticaya karşı amansız bir mücadele açmalıdır.Burjuvazinin zulmünü protesto ediyoruz. Mürteciler, muhtekirler, kapitalistler, emperyalistler kahrolsun. Sekiz saat iş sekiz saat istirahat, sekiz saat uyku. Bütün dünya işçileri birleşiniz.

 Bu slogan o dönemde çok önemli  olduğu kadar zamanımızda da geçerliliğini yitirmemiştir. Ancak Amele Cemiyetinin bu toplantısından sonra bir çok tutuklama olayı gerçekleşmiştir. 7 ile 15 er yıl hüküm giyenler olmuştur. Bunların arasında Nazım Hikmetin de bulunduğunu belirtmek gerekir. Ancak mahkum olanların tümü 18 ay sonra serbest bırakılmıştır.

dd) Cumhuriyet Halk Partisi Dönemi[58]

 Atatürk’ün ebediyete göçü sonucunda iktidar savaşlarının başladığı da inkar edilemeyen bir gerçek olarak çalışma hayatında da etkisini göstermiştir. Dünyada bunalım olduğu ve II Dünya savaşı eşiğinde Türkiye’nin ekonomik durumunun hiç de iyi olmaması , ve Devletin kurulduğunda liberal ekonomik sistemin uygulanmasına yönelik projelerin yürümediği görülerek, yumuşak bir devletçilik sisteminin uygulanması yolu seçilmişti.Bu devirde yatırımların ve çalışma hayatının iyi olduğu ekonomistler tarafından açıklanmaktadır.

 Bu dönemde sanayileşme planı, kambiyo rejimi ve Merkez Bankasının kuruluşu gibi önemli adımlar atılmış ve yerli malı üretimi ve tüketimi, bankacılıktan demiryolu yapımına kadar işletmeciliğin geliştiğini görmekteyiz. Gelişen bu işletmecilik emeğin  de gelişmesini mümkün kılmıştır. Bu dönemler, özel girişimciliğin özendirildiği ve burjuva sermayesinin tohumlarının atıldığı dönemler olarak belirginleşmiş ve fakat çiftçiler, küçük üreticiler, ve emekçiler ezilmiş ve sömürülmüştür. Aynen Osmanlı da olduğu gibi, çünkü, emeğin örgütlenme hakkı yoktur hak arama özgürlüğü yoktur. Ekonomi son derece kötü durumdadır, işsizlik yoksulluk ülkenin her tarafından mevcuttur. Yiyecek kıttır. Açlık vardır. Tifo Tifüs, Trahom Sıtma salgınları ve lepra vardır, ilaç yoktur. Halk kendi gayreti ile yaşam savaşı vermektedir. Devletin yağmalanması o dönemde de vardır. Vahşi kapitalizm tohumlarını ekmeye başlamıştır.

 Oysa bu dönem CHP dönemidir ve  sosyal sınıfın gelişmesi gerekirken CHP ye karşı bir direnmenin başlaması, işçi sınıfının politik bilinçlenmesinin de engellenmesi hep 1930 lu yıllara rastlamıştır.  İşçi sınıfının seçimle iktidara gelmesinin engellenmesi gerektiği bilinci ile devlet ve işçi sınıfı arasında bir mücadelenin oluştuğu bu dönemlerde, hükümet dünyadaki gelişmeleri uzaktan dahi takip edemeyen bir becerisizlik içindedir ve  sendika kurma hakkından yoksun bıraktıkları işçi sınıfına nihayet 1946 larda bu hakkı vermek zorunda kalmıştır.[59] CHP hiçbir zaman işçilerin özlemlerine yanıt veren nitelikte uygulamalar yapmamıştı.  II. Dünya savaşının Faşizmin yenilgisi ile sonuçlanması üzerine çok partili döneme girilen Türkiye’de cemiyetler kurulmasına müsaade edilmiş bulunması bir gelişme ise de , sıkıyönetimle ile yeni yeni kurulan sendikaların kapatılmaları kurucularının yargılanması tutuklanmalar Türkiye’de ne denli demokrasiden uzak çok partili  bir sistemin varlığını gözler önüne sermektedir. Meclis tutanaklarına bakıldığında CHP millet vekillerinin sendikaların faaliyetlerine hiçte CHP ilkeleri doğrultusunda bakamamış olduklarını ve halktan ne kadar kopuk  bulunduklarını görmek bugünlerin nasıl hazırlandığının açık ifadesi olmuştur.

 1924 ve 1946 dönemi tek partili ve devletçi zihniyetle geçirilmiş sendikal hakların yasaklandığı bir dönem olarak zaten tarihte karanlık bir devir diye anılmaktadır.

 1946–1963 dönemi, 1924 -1938 yılları Atatürk’ün iktidarda olduğu dönemde, işçi hareketi bakımından Atatürk’ün beyanı ile veya düşüncesi ile icraatın aynı olamadığı bir dilim[60] olarak, daha sonraki dönemle mukayese edildiğinde önemli farklılıklar göstermesi tabiidir. Bunun nedenlerinin ülke ekonomisinin zayıf olması hükümetin kominizim tehlikesine karşı savunma olarak dernek kurma faaliyetini engellemesi, yabancı unsurları saf dışı bırakmak için alınan tedbirler olarak değerlendirilebileceği gibi, batıdaki faşizmin ve bunun etkilerinden kurtulmak için alınan önlem olarak da düşünülebilir. Türkiye’nin batıdaki işçi hareketleri ve endüstri toplumunun gerekleri nedeniyle oluşan  hareketlerden ne denli etkileneceği dikkatle ve korku ile izlenmiştir.Bu dönemler açısından  yargıya varmadan önce Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm şartların muhasebesinin de yapılması gerektiği kanısında olduğumuzdan konuyu tam olarak olumsuz olarak değerlendirmekten kaçınmak istemekteyiz.

Çünkü ekonomik açıdan durumun tam ve doğru değerlendirilmesi ile politik kararların örtüşmesi yapılmadan değerlendirme yanlış olabilir.

 Devletçiliğin egemen olduğu bu dönemde CHP iktidarda olarak ve Demokrat partinin kurulduğu ve bu partinin sendikal hakların işçilere verilmesi gerektiğini savunması üzerine CHP nin de DP söylemlerini uygulayarak işçilerin örgütlenmesi için kolların sıvandığı bir tablo görülmektedir. 20 Şubat 1947 de 5018 sayılı İşçi İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Kanunu çıkarılmış ve bunların ulusal kuruluşlar olduğu, milliyetçiliğe ve ulusal çıkarlara aykırı hareket edemeyecekleri hükmü de yer almıştır. Böylece kurulmalarına izin verilen sendikalar önemli bir gelişmedir. Birçok özgürlüğün kısıtlanmış olduğu bu kanun tarihi değerinin olması ve emeğin karşısında geri çekilme olarak nitelenmesi nedeniyle önem taşımaktadır.

 Bu kanunda işçilere grev hakkı yasaklanmıştır. O dönemlerde Borçlar kanununun 317. Maddesinde yer almış bulunan UMUMİ MUKAVELE nin yapılmasında sendikalar rol oynamışlardır. Başka deyişle emek ve sermaye ilişkisini bir sözleşme ile düzenleme çağını girmiştir.

 5018 sayılı Sendikalar Kanunu  sendikal örgütlenmeye getirdiği bir çok kısıtlanmaya rağmen esaslı bir denetine tabi tutulmuştu. İdari makamların baskın denetimi altında sözde faaliyet gösteren bu sendikaların emeğin sömürülmesini nasıl engelleyebilir ve işçileri nasıl örgütleyebilirdi? Bu dönemde komünizmden korkulduğu için işçilerin sosyalist faaliyetlerini önlemeye yönelik denetim amacı ile kurdurulmuş sendikalar bilinçli olmaktan uzaktı.

 1952 de Türk-İş konfederasyonunun kurulduğunu görüyoruz ancak bu konfederasyonun uluslar arası bir örgüte katılması engellenmiştir. Yurt dışına açılmak ve uluslar arası sendikacılık hareketlerine katılmasına onay verilmemiştir[61]

 Ancak bu dönem sendikaların kapatıldığı ve özgürlük isteyenlerin cezalandırıldığı, dış politikada II Dünya Savaşı ile ilgili durumu iç politika malzemesi yaparak yurt içinde savaş koşullarının ilan edilmesi ve halkın yoksulluğa mahkum edilmesi gibi uygulamalar bu iktidarların zamanında gerçekleşmiştir. Sıkıyönetim altında halk ezilmiş, emekçiler ve özellikle sol aydınlar baskı ve tehdit altında özgürlükten yoksun yaşamak zorunda kalmışlardır. Savaş sonrasında ki hiç kimse Rusya’nın Avrupa’nın içlerine kadar gireceğini beklemiyordu, hesap yanlış olunca bu kez Sovyetlerin karşısındaki blokta yer almaya hazırlanan Türkiye de İstanbul da birçok işçi sendikası kurulmuştur. Kapitalist kampta yerini alan Türkiye’de emekçiler yıllarca ezilmişlikleri nedeniyle CHP ye karşı olarak Demokrat Partinin gelişmesinde rol oynamışlardır.

d) 1947 -1950 Dönemi ve Demokrat Parti İktidarı  1950-1960 yılları[62]

  1950 dönem devletçiliğin son bulduğunun düşünüldüğü bir dönem olarak, Demokrat Parti iktidarının işçilere sempatik görünebilmek için bir takım politikalar ürettiği bir devirdir. Bugün dahi gündemden düşmeyen sendikaların siyaset yapma yasağı Demokrat Parti iktidarında kendi siyasi görüşleri doğrultusunda olmadığı için sendikaların kapatılmasına kadar varan sonuçları doğurmuştur. Demokrat Parti döneminde sendika özgürlüğü sağlanamamıştır. Çalışma Bakanlarının açıklamaları sadece vaat ve sözde özgürlükler olarak kalmıştır. Birçok yasakların olduğu bu dönemde emek korunmamıştır. Ancak yine de sendikacılığın faaliyet göstermeye başlaması bu döneme rastlamaktadır.

 Demokrat Partinin muhalefetteyken grev hakkının savunucusu olması, 1950 seçimlerinde işçi oylarının büyük bir kısmını almasına neden olmuş ve iktidara getirmiştir. Ancak iktidara gelmesi işçilerin emeklerinin korunması açısından bir yarar sağlamamıştır. Demokrat Parti vaat ettiği grev hakkını vermemekle kalmamış, işçi sendikalarını kapatma yoluna da gitmiştir. Bu durum işçilerin mücadele etmesine olanak sağlamış ve anayasal bir hak olarak grevin Anayasada yer almasına gayret göstermişlerdir.

 Türk İş in kurulması Demokrat Parti dönemine rastlamıştır ve 1952 de kurulan Türk İş ancak 1960 lı yıllarda işçi -işveren ilişkilerinin tanziminde esaslı kurallar getiren ve sendikal faaliyeti çağdaş demokratik bir  konuma getiren mevzuatın çıkmasında rol oynamıştır.

 Demokrat Parti dönemi  sendikacılık ile ilgili politikasında  söylemlerinde sadece işçileri kendi saflarına çekebilmek için birkaç vaatten ileri gitmemiştir. İktidar oluncaya kadar söylemlerinde belirttikleri vaatleri yerine getirmemişlerdir. CHP döneminde yasada yer almış İşçi Sendikaları Birliği yasa dışı kabul edilmiş ve Birliklerin kapatılmasına karar verilmiştir.Demokrat Parti kendi görüşüne aykırı her türlü faaliyetin önlenmesine ve örgütlerin kapatılmasına varan eylemleri uygulamıştır. Bir çok sendika bu dönemde kapatılmıştır. Bu dönemde Konfederasyon [63]kurulmuş olması Demokrat Partinin  sendikalara iyi niyetle ve olması gerektiği gibi baktığı anlamında değildir.

 Bu dönemde emeğin hiç değeri yoktur. İşçilerin sendika temsilcilerinin kolayca işten atıldıkları bu dönemde sendika demokrasisinden bahsetmek ve emeğin korunması için sendikal örgütlenmenin var olduğunu zan etmek saflık olur.

e) 1961 ve 1982 Anayasa Dönemleri[64]

 1961 Anayasası  ile işçi sınıfına getirilen Sendikal haklar sendikaların kurucu meclis üzerindeki bazı etkinlikleri sonucunda gerçekleşmişse de Meclis tarafından da istendiği ve gerekli görüldüğü Uluslararası anlaşmalara uygun kuralların gereği idrak edildiği için kabul edilmiş kurallardır. Bu anayasada belirtilen haklar ve buna bağlı olarak kabul edilen Yasalar batı anlamında işçi mücadelesinin bir sonucu olarak kabul edilmiş değildir. Devletin siyasi görüşü ve çağdaşlığın sonucu olarak yönetim tarafından öngörüldüğü için yasalar çıkmıştır.

 Devlet bu hakları demokratik ilkeler nedeniyle tanımıştır. 1961 Anayasasının da devletin iktisadi ve sosyal ödevlerinden bahis olunmuş  Anayasanın 45. maddesinde sendika kurma hakkını tanımış ve  böylece şimdi yürürlükte olmayan 274 sayılı  Sendikalar Kanunu 1963 yılında yürürlüğe girmiştir.

 1963-1970 yılları sendikaların kurulma , bölünme , üst sendikaların farklı zihniyetlere sahip olarak kuruldukları karışık bir dönem olmuştur. Sendikalar ve üst kuruluşları arasında hayli mücadelelerin geçtiği bu dönemlerde 1982 ye kadar sendikalar kendilerinden beklenen performansı gösterememişlerdir.Emeğin gereği gibi gelişmesi ve gelmesi gereken düzeye getirilmesi için sendikaların da gereği gibi işlevini göremediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 Bu arada işveren sendikalarının işçi sendikalarına oranla daha yavaş ve fakat daha sistemli olarak geliştiklerini ve hatta işçi sendikalarının gelişmesine ön ayak olduklarını görmekteyiz.

 Sendikalar tekelcilik zihniyeti ile hareket ettiklerinden , birbirlerini tasfiye etmek istemişler ve tam demokratik ve hukuk devleti zihniyeti ile bağdaşır özgürlüğe sahip olamadıklarından toplumun ve işletmeleri sarsan yabancı sermayeyi tehdit eden kaçıran           fiil ve eylemler Türk ekonomisini hayli sarsmıştır.

 Bunun nedenleri aslında çok çeşitli ise de kısa ve öz olarak belirtmek gerekirse sendikalar hak etmeden kendilerine verilmiş bu hakların kullanmasını bilmedikleri için olması gereken gelişmeyi gösterememişlerdir.

 Türkiye’de işçi sınıfı bir işçi hareketi yaşamamıştır. Osmanlıdan beri gelen hareketler hep birbirinden kopuk ve mahalli düzeyde ve genelde ücrete yönelik hakların talebi ile sınırlı olarak kalmış veya emperyalist oyunlardan kaynaklanan bir takım hareketlerdir. Bu hareketler işçi sınıfı şuuru ve emeğin sermaye karşısında korunması, işçi sağlığının korunması gerektiği bilinci ile yapılmış değildir.

 Kanun koyucunun 1961 Anayasasında düzenlenmiş hakları kanunlaştırması ile gerçekleşen sosyal hakları işçiler ezilmişliklerinden kurtulamadıkları ve açmaz içinde bulundukları için ,ve  siyasal ve ekonomik  istikrarın bulunmaması nedeniyle gereği gibi kullanamamışlardır.

 Türkiye henüz montaj sanayi devrini yaşadığı ve hazinesinin boş olduğu ve siyasi açıdan da karanlık bir dönemden geçtiği düşünülürse, ancak küçük işletmelerin olduğu , tarım ülkesi niteliğinde bulunulduğu ,  işveren karşısında emeğin karşılığının demokratik ve hukuk kuralları çerçevesinde  istenmesi bilgisinden yoksun olunması  nedenleriyle, bilinçlenmemiş ve eğitimsiz kalmış toplumda, işçi sınıfına yukarıdan sunulmuş bulunan sendikal  haklar, amacın sağlanmasında istenilen randımanı verememiştir.

 Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de sendikal hakların gelişmesinin önüne engeller yasalar ile konmuştur. İşçilerin sendikaları marifeti ile yatay gelişmeleri engellenmiş ve birlikler kurulmasına ilişkin hüküm daha sonraki Sendikalar Kanununda yer almamıştır. Sadece dikey olarak sendikal örgütlenmenin kabul edilmesi ile  yatay sendikacılık yasaklanmıştır. Meslek sendikacılığı veya endüstri sendikacılığı da mümkün değildir. Aynı meslekten olanların birleşerek yatay sendikacılık ile toplumda daha yararlı birlik oluşturmaları  ve aynı meslekten olanların çalışma koşullarının iyileştirilmesi amacı ile kurulan sendikaların bu amaca ulaşması unutulmuş ve giderek , siyasi, sosyal ekonomik alanda faaliyetleri gelişmiştir.[65] Bu durum meslek açısından işçilerin gelişmesini maalesef engellenmiştir. Emeğin gelişmesi ve toplumda emekçinin önemli bir yere gelebilmesi engellenmiştir.  Yukarıda açıklandığı gibi aslında 1947 de yürürlüğe girmiş 5018 sayılı İşçi İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Kanunda , sendikaların mahalli birlik ve federasyon teşkilatı oluşturmaları imkanı varken ve yatay gelişmeye en elverişli yasal hak verilmişken bu hakların kaldırılmasında neden hiçbir sendika sesini çıkarmamıştır, bunu olaya tarihi ve sosyolojik açıdan baktığımızda izahını bulmak mümkün değildir.

 Esasen Türk-İş in kuruluşunda mahalli birlik ve federasyonların birleşerek kurulduğunu görmekteyiz.  Sadece dikey teşkilatlanmanın sendikalizmin geleceğini ve gelişmesini engelleyeceğini bilmemek kurucuları açısından büyük bir eksikliktir. O dönemde de dışarıdan güdümlü sendikacılık kurulmuş bulunduğu ve sermayenin kontrolüne yaraması istendiği anlaşılmaktadır ki, Türk sendikacılığına indirilmiş olan bu darbenin etkilerini şimde daha iyi görebilmekteyiz.[66]Aslında Türkiye’de sendikacılık Türk toplumunun kendi örf ve adetlerine ve yapısına uygun olarak emekçinin korunmasına yönelik ve Ahilik ile başlamış deneyimlerin esas alındığı bir biçimde gelişse idi ve yabancı ülkelerin kurumlarının ve amaçlarının hedefi olmak yerine yerli ulusal nitelikte oluşabilse idi bugün Türk ekonomisi ve emek sermaye ilişkisi güçlü devletin temel taşı olurdu. Ancak tarihsel inceleme sonucunda geçmiş 70 senede yapılmış yanlışlıkları ve zafiyeti görmek çok üzücü olmakla beraber bugün aynı yanlışlıkların nitelik değiştirerek devam etmekte olduğunu görmek ve bundan ders alınmamış bulunduğunu izlemek daha da hazindir.

 Bir çok aksaklıkları ile 1982 Anayasası dönemine kadar geçen 274 sayılı Sendikalar Kanunu 1982 anayasasının getirdiği esaslar dairesinde yeniden şekillenmiş devlet politikası ve ekonominin ve  Avrupa Birliğinin ilkelerinin uygulanması bağlamında emeğin korunmasından ziyade ve çalışanların örgütlenerek güçlenmesi ilkesi bir yana bırakılarak sermayenin korunmasını sağlamaya yönelik sözde demokratik kuralların getirilmesine çalışılmıştır.

 Halen işçilerin örgütlenmesi ile ilgili mevzuat 2821 sayılı olup bu kanunun da değiştirilmesi gündemdedir. Ancak henüz çalışmalar devam etmektedir

 

                           

 

 

 

 

3) TÜRK ÇALIŞMA HAYATININ GELİŞİMİ VE ÇAĞDAŞLIĞI BAĞLAMINDA 

EMEĞİN GÖRÜNÜMÜ

 Çalışanlar ile çalıştıranları ilgilendiren hükümler ile ilgili olarak tarihi geçmişi bağlamında belirtelim ki, ilk olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinde Borçlar Kanununda , İsviçre Borçlar Kanununun  iktisabı ile 1926 tarihinde yer almıştır. Ondan sonra bağımsız olarak 1936 tarihinde ilk İş Kanunun kabul olmuştur. Halen bu ilk kanunun temel felsefesi geçerlidir. Daha sonraları ILO normları doğrultusunda çeşitli değişiklikler ve eklemeler yapılarak ve  endüstriyel ve teknolojik gelişimlere paralel olarak ihtiyaçları karşılamak üzere çeşitli değişiklikler yapılmıştır.

 Türk İş Hukukunda 10. Haziran 2003 tarihinde 4857 sayılı İş Kanunu ile emeğin korunması ve işçinin sermaye karşısında daha esnek hareket edebilmesini sağlamaya yönelik çağdaş bir çok hükme yer verildiği inkar edilemez. Bu hükümlerin büyük bir kısmı esasen Türkiye’nin kabul etmiş olduğu Uluslararası Sözleşme hükümleri olarak gerek İş sözleşmeleri ve gerek Toplu Sözleşmelerle  ve gerekse Yargı kararları vasıtası ile uygulanmakta olan hükümlerdi.

 2003 tarihli İş Kanunundan önce yürürlükte olan 1475 sayılı ve 1971 tarihli İş kanunu bazı değişiklikler ile uzun süre yürürlüğünü sürdürmüştür. Yapılan değişiklikler  uluslararası sözleşmelerin tarafı olarak sözleşme  hükümlerinin uygulanmasının esas alındığı bir yapılanma bağlamında yasa kabul edilmiştir.

 Ayrıca, Türkiye bazı sözleşmelere taraf olmadığı halde sözleşme hükümlerini iç hukuk kuralı haline getirmiş ve çağdaş bir yasa oluşmasını mümkün kılmıştır. Çünkü Türkiye her zaman  gelişmiş sanayi ülke uygulamalarını takip etmek çabası içinde olmuştur. İlmi ve kaza i içtihatlar da yabancı uygulamaları takip etmiş ve Avrupa Birliği yönergelerine Avrupa Birliği üyesi olunmadığı halde iç hukuk mevzuatında  yer verilmiştir. Bütün bu belgeler emeğin korunması ve emeğin değerinin verilmesini sağlamaya yönelik olmuştur.

 Türkiye de, işçi-işveren ilişkilerinde iyileştirme sosyal devlet anlayışı içinde  tarafların hak ve menfaatleri ve yükümlülükleri açısından objektif , eşitlikçi ve insan haklarına uygun normlara göre düzenlenmeye çalışılmıştır.  Klasik demokrasi anlayışına uymasa da kazanılmış haklara ilişkin olumsuz sonuçlar doğurmayacak şekilde hükümlere de yer verilerek ve fakat sık sık yeni düzenlemeler kabul edilerek bir sistem oturtulmaya çalışılmaktadır.

 Genel anlamı ile yürürlükteki emek ve sermaye ilişkilerini düzenleyen pozitif hukuk kuralları  çoklarına göre modern hükümleri ihtiva ettiği söylense de bazı öyle topluma uymayan kurallar bulunmaktadır ki bu kurallar ile esneklik getirildiği ve emeğin korunduğunun iddia edilesi pekte gerçekçi değildir. Kağıt üzerinde çağdaş görünen ve toplumda belki de çok az bir gruba hitap edebilecek nitelikteki hükümlerin genel bir uygulamasının olmayacağı ve sonuçta emeğin korunmasına ve insanın onurlu bir hayat yaşaması için gerekli ücret almasına imkan vermeyecek kuralların emeğin korunması adına olduğunu söylemek bize pekte gerçekçi gelmemektedir.Oysa emeğin verimliliği toplum için gereklidir. Emek korunduğu takdirde verimli olabilir.

 Emeğe değer verildiği takdirde birey özveri ile ve kendisine önem verilmesi nedeniyle öz saygısı artarak çalışır bu da, bireylerin hem toplumda yararlı olmaları ve hem de psikolojik açıdan güçlü bireyler olarak gerek kendilerine saygılı ve kendine saygılı bireyin de topluma saygısının olacağı döngüsü içinde ,amaçlanan topluma doğru yol alınacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

EMEKÇİNİN EMEĞİ KUTSALDIR. EMEKÇİNİN KUL OLARAK GÖRÜLMESİ TOPLUMUN AYIBIDIR VE O TOPLUM YIKILMAYA MAHKUMDUR.EMEĞİN ÖZGÜR OLMASI GEREKİR. ANCAK ÖZGÜR OLAN EMEKÇİNİN EMEĞİ GEREK ONU VE GEREKSE TOPLUMU YÜCELTİR.. BİLGİ TOPLUMU VEYA DİJİTAL DEVRİM DİYE ANILAN  EKONOMİK DEĞER TAŞIYAN YENİ ÜRETİM SEVİYESİNE ULAŞMAK ANCAK EMEĞE DEĞER VERİLEN TOPLUMLARDA MÜMKÜNDÜR. EMEK İNSANI BİLGİ TOPLUMUNUN BİREYİ YAPAR.ÇAĞIN GEREKLERİNİ YERİNE GETİRMEK VE REKABET EDEBİLMEK İÇİN ÜRETMEK VE YARATMAK ASILDIR BUNUN İÇİN EMEK GEREKLİDİR. EMEĞİN SÖMÜRÜLDÜĞÜ TOPLUMLARDA GELİŞME GERÇEKLEŞEMEZ. TOPLUMLARARASI REKABET YARIŞINDA KAZANMAK VE ÖNDE OLMAK İÇİN EMEGE DEĞER VERMEK ZORUNLUDUR. ÖZGÜRLÜĞÜN TEMELİNDE DE EMEĞE EMEĞİNE SAYGI VE DEĞER VERME YATAR ANCAK EMEĞE DEĞER VEREN VE KORUYAN TOPLUMLARIN BİREYİ ÖZGÜR OLABİLİR VE ONURLU BİR YAŞAMA SAHİP OLABİLİR. EMEĞE SAYGI TOPLUMUN TÜM KURUMLARI TARAFINDAN YERİNE  GETİRİLMESİ GEREKİR. EMEĞİN KORUNMASI SADECE İŞÇİ İŞVERENİ İLİŞKİLERİ VEYA ÇALIŞMA HAYATINI İLGİLENDİREN NİTELİKTE DÜŞÜNÜLEMEZ. EMEK TOPLUMUN MALİ EKONOMİK ADLİ  İDARİ KURUMLARININ HEPSİ AÇISINDAN ÖNEMLE VE DİKKATLE ÜZERİDE DURULMASI GEREKEN BİR KONU OLARAK TOPLUMUN DEVAMLILIĞI AÇISINDAN İTİNA GÖSTERİLMESİ GEREKEN BİR OLGUDUR.

Prof. Dr. BERİN ERGİN     

2007

KAYNAKLAR

Akdağ Mustafa          : Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt I-II İstanbul                                                         1974. Işıklı Alpaslan: Sendikacılık ve Siyaset Ankara. 2005.

Akşin Sina                  : Türkiye Tarihi Çağdaş Türkiye 1908-1980 4 Cilt (Anonim Eser) İst.                                1990

Atatürk ve Hukuk, Yargıtay 130. yıl Armağanı, Ankara 1999.

Atatürkçülük. Ankara1982 ,(Genel Kurmay Başkanlığı yayını – Atatürk’ün el yazılarından

Armağan Servet         : İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 2004.

Çavdar Tevfik                        :Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960, Ankara 2003

Ergin Berin(Doğan)    : İşçinin İşletmenin Yönetimine Katılması, İstanbul. 1973.

Ergin Berin                 : Turkey at the Crossroads: Interpretation of Women Rights Within the                             Concept of Human Rights ,Prof. Dr. Sevin toluner’e armağan                                            Milletlerarası Hukuk ve milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Yıl 24, sayı                                 1-2/2004.

Etienne de la Boetie   : Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev: Çev. Prof. Dr. Mehmet Ali                                              Ağaoğulları,Ankara. 1995

Eyrenci Öner              :Sendikalar Hukuku,İstanbul 1984

Güvenç Bozkurt         : Türk Kimliği, 8.bası İstanbul 2005

Işıklı Alpaslan            :Gerçek Örgütlenme Sendikacılık, Ankara 2003

Işıklı Alpaslan            : Sendikacılık ve Siyaset Ankara. 2005

Makal Ahmet              : Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri, 1946-1963

                                      Ankara 2002

Makal Ahmet               :Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma İlişkileri 1850-1920                                                    Türkiye Çalışma İlişkileri Tarihi, Ankara 1997

Makal Ahmet             : Türkiye’de Tek Partili Dönemde çalışma İlişkileri :1920-1946,Ankara                               1999

Makal Ahmet             : Ameleden İşçiye, Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi                                                Çalışmaları .,İstanbul 2007

Neşet Çağatay                        : Ahlak ile Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu AhilikNedir?

                                    Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu yayını no 40

Ökçün Gündüz           :Tatil i Eşgal Kanunu, 1909 Ankara 1982,

Pars Esin                     : Türkiye’de İşveren Sendikacılığı, Ankara 1974.

Taner Timur                : Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge                                                      Ekonomisine,3.Bası Ankara1998

Tanör Bülent              :Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul 2006

Tuncay Mete

Koçak Cemil

Özdemir Hikmet

Boratav Korkut

Hilav Selahattin

Katoğlu Murat

Ödekan Ayla              Türkiye Tarihi, Osmanlı Devleti 1908-1980,Istanbul 1990 4 cilt

                                               Anonim Eser

Saymen Ferit Hakkı   :İş Hukuku , Istanbul. 1954.

Sülker Kemal              : Türkiye’de İşçi Hareketleri İstanbul.1976  3. Bası,

Sülker Kemal              : Türkiye’de Sendikacılık, İstanbul 1955

Öz Baki                      : Osmanlı Alevi Ayaklanmaları,  İstanbul 1992

Yıldırım Ali                : Osmanlı Engizisyonu, Ankara 2004


[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz Timur Taner: Osmanlı Çalışmaları , İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine,3.Bası Ankara, 1998, .s.38 vd

[2] Osmanlı devletinin ilk kuruluş yıllarındaki zihniyet ve fiillerinin giderek din etkisinde fazlaca kaldığını görmezden gelemeyiz. Osmanlı’nın laik bir devlet olduğunu söylemeye varan yorum ve açıklamalar karşısında ve Osmanlının hoşgörüsü olduğunu savunanlara katılmak mümkün değildir. Çünkü Osmanlı hoşgörüsü diğer dinlere karşı serbesti tanınmış olması pekte sanıldığı gibi değildir. Farklı dinlerden olanlardan yüklü miktarda vergi alınmakta ve onların bazı konularda serbesti içinde olmalarının bedeli karşılığı alınmakta idi. Osmanlının bir din devleti olmadığı gerçekse de, monarşik ve teokratik sistemin iç içe olduğu Şeyhülislam fetvalarının kerametinin unutulmaması gerektiğini vurgulamak gerekmiştir. (ayrıca bkz Osmanlı despotizmi açısından belgeli açıklamaların yer aldığı Yıldırım Ali: Osmanlı Engizisyonu, Ank. 2004. adlı eser)Timur T: a.g.e.,s. 32 vd.

 

[3] Akdağ Mustafa: Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1-2 Ist. 1977, 1. c. S. 156 vd. 194 vd; Esin Pars: Türkiye’de İşveren Sendikacılığı, Ank. 1974, s. 38 vd.; Ayrıca bkz Ortaçağ Anadolu’sunda göçebeler ve kurulu devletleri oluşturan halklar ile ilgili bir çalışma Lindner Paul Rudi: Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar, çeviri,Ank.2000:  Saymen F.H.  İş Hukuku , Ist. 1954   : Sulker Kemal: Türkiye’de İşçi Hareketleri Ist.1976  3. Bası.

[4] Lindner P R: a.g.e., s 32 vd, 160 vd.

[5] Burada açıklanması gereken , Osmanlı da kölelik ve cariyelik uygulamasının imparatorluk döneminde saray için söz konusu olduğudur. Ancak bu halkın köle olarak alınıp satılması şeklinde değil, ilhak olunan topraklarda ve ticaret yapılan ülkelerden ticaret bağlamında bir uygulama şeklinde gelişmiştir.. Kölelik 1846 da tamamen yasaklanmışsa da fiilen köle gibi kullanılan insanların varlığı yabancı kaynaklarda açıklanmaktadır. Özellikle saray için Rusya’dan cariye getirtilmesi ticaretin bir parçası olarak görülmektedir. Yöneticilerin kölelerinin olduğu ve bunları sattıkları  ve tersanede Afrikalı kölelerin çalıştırıldığı vakıaları hakkındaki açıklamalar için bkz, Timur T: a.g.e.,s 33 vd.

[6] Akdağ M: a.g.e., s. 194 vd.

[7]Bkz  Yıldırım A: a.g.e., s 32 vd,50 vd,107 vd. Osmanlı Engizisyonu hakkındaki bilimsel ve belgeli açıklamaları.

[8] Tanör Bülent: Osmanlı –Türk Anayasal Gelişmeler,14. b Ist. 2006.,s 26 vd.

[9] Akdağ M.: a.g.e., c II s. 114 vd. Devlet yönetiminde fonksiyonel ayrışımın birinci sırasında yer alan askerler bugünkü anlamı ile memurlar statüsünde idiler hizmetleri karşılığında hazineden nakit para veya devletin halktan olan alacaklarının toplatılmasında  görev verilmek sureti ile buradan elde edilenden ödenmekteydi. Buna DİRLİK (TİMAR) denmekte idi. Maliye hazinesinden ödenen paraya da ULUFE denmekte idi. Ulema ve medrese mensuplarının hazine veya vakıflardan aldıkları gündeliklere VAZİFE veya CİHET denmekte idi. DİRLİK yoluyla ücretlerini alanların ki buna sadrazamdan, askerine kadar olanlar dahil olabilmekteydi, bunlar Devletin çiftçiye vermeyip kedi elinde tuttuğu HASSA ÇİFTLİKLERİNİ ekip biçerek kendi öz ihtiyaçları için üretim de yapabilmekte idiler. Bu faaliyet vergi kapsamı dışında kalmıştır. Büyük karlar sağlamışlardır. Özellikle hayvancılık yapılmıştır öyle ki çiftçinin tarlasına köy otlağına bu hayvanların girerek büyük zararlar vermesi sebebiyle tarım ürünü zarar görmüş ve yakınmalar olmuştur. Reaya yanı halk ile aralarında davalar olmuş ve bu davalarda dahi asker sınıf reayadan ayrı bir imtiyaza sahip olarak ihtilaflar çözülmüştür.

[10] Akdağ M: a.g.e., cII, s. 119 vd.

[11] Akdağ M. a.g.e., c II, s. 123 vd.

[12] İbid, s. 128 vd.

[13] Akdağ M: a.g.e.cilt II. s. 156 vd, 194 vd,

[14] Ergin Berin: Turkey at the Crossroads: Interpretation of Women Rights Within the Concept of Human Rights ,Prof. Dr. Sevin toluner’e armağan Milletlerarası Hukuk ve milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Yıl 24, sayı 1-2/2004 , s.418 vd.

[15] Anadolu ve Trakya’da yerleşik halkın meydana getirdiği ilişkilerin ticaret hayatı ve çalışma hayatında yazılı olmayan kurallara göre sürmesi bağlamında ilişkilerin nasıl olduğuna bakmak gerekir. Şöyle ki; Gayrimüslim halk daha ziyade sanayi faaliyetinde bulunmuş ve şehir içi ticarete itibar etmiştir. Türkler ise daha ziyade emlak sahibi olmaya önem vermişler ve çiftçilik yaparak hayatlarını idame ettirmişlerdir. Osmanlının ilk devirlerinde Orhan zamanında devlet merkezinin Bursa yapılması buranın göç almasına neden olmuş ve Osmanlının başkentinde bir şehir topluluğu oluşmuş bu nedenle de ticaret canlanmıştır. Tekkeler, imaretler cami medrese ve diğer genel kurumların kurulması şehri kalabalıklaştırmış ve Esnaf-Ahi teşkilatı ve Gedikler sağlam ve ahlaki değerleri içeren meslek temellerinin öğretilmesinde önemli kurumlar olmuşlardır. Güvenç Bozkurt:Türk Kimliği. 8.bası, Istanbul, 2005,  s. 150 vd

 

[16] Devlet yönetimine önem verildiği ve yetkin kişilere görev verilmesi geleneğinde kölelikten dahi yükselen bir saray hizmetlisinin geleneklere aykırı olarak vezirlik verilebildiği, beylerbeyi yetkileri ile ordunun başına getirilmesi gibi alışılmadık uygulamalar görülmüştür. Orhan’dan başlayarak bu tür yetkiler ile donatılanlar olduğu gibi II Murat ın da saray görevlilerini yetkilendirdiği adet olmuştur. Bunun nedeni saltanat kavgalarının önlenmesi olarak yorumlanabilir. Yetki verilen kişilerin hanedandan olmaması bazı tehlikelerin bertaraf edilmesini mümkün kılmıştır. Ancak Anadolu Türk halkı Türk olmayan unsurların yönetimde yüksek mevkilere gelmesine aldırmamışsa da bir süre sonra Devlet ile halkın arasının çok açıldığı ve birbirinden kopuk yaşandığı da bir gerçektir. Türk’e değer verilmemiş ve ırgat olarak kalması için elden gelen yapılmış okullara alınmamıştır. Osmanlı’da 15 yy dan itibaren yönetenler ve teba olarak iki sınıf yaratılmıştır. Osmanlı ve Türk ayırımı yapıldığı yabancı araştırmacılar tarafından da kaleme alınmıştır. (Bu konuda bkz: Lindner P R:a.g.e., s. 81,87 vd.)

[17] Güvenç B: a.g.e., s. 154 vd.;Çağatay Neşet: Ahlakla Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu Ahilik Nedir? Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu Yayını No 40, s. 5 vd.

[18] Akdağ M: a.g.e., s. 218 vd.

[19] Armağan Servet: İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ank. 2004, s. 186 vd.

[20] Tanör B: a.g.e., s. 25 vd.; Timur T: a.g.e., s.48.

[21] İbid. Giysisi şatafatlı Osmanlı – Atının eğeri deri (süslü) Osmanlı – Ekin ekerken yok, ekin biçerken yok- Ama yerken ortak olan Osmanlı

[22] III. Selim bir hatt-ı hümayunun da “ Kesret i mezalimden alem harab oldu. Zulmün fazlalığından

    halkın  perişan olduğunu vurgulamıştır.Bkz Tanör B : a.g.e.,  s. 28.

[23] Etienne de la Boetie; Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev: Çev. Prof. Dr. Mehmet Ali Ağaoğulları,Ank. 1995.

    s. 26 vd.

[24]  Bu konudaki  bilgilere ulaşmak için Baki Öz’ün Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları, adlı 1992 Istanbul  2.bası kitabından yararlanılabilir.

[25] Makal A: Osmanlı İmparatorluğunda Çalışma İlişkileri 1850-1920 Türkiye Çalışma İlişkileri Tarihi,Ank.1997,s 256 vd.: Sülker Kemal: Türkiye’de Sendikacılık,1955 Istanbul, s. 6 vd.

[26] Ibid., s.  285 vd; Sülker Kemal: Türkiye’de İşçi Hareketleri 3. bası 1976, s.10 vd.

 

[27] Makal a.g.e., (1997) s 287  vd.

[28] Öztürk Osman: Osmanlı Hukuk tarihinde Mecelle,Ist. 1973; Makal A: a.g.e.,(1997) s. 234 vd.;Saymen           F H: a.g.e., s. 47 vd.

[29] 18. asrın sonunda yabancı dil , mühendislik, ordunun ıslahı ve diplomatik ilişkilerdeki düzensizlik hukuk ve adliye sahasında yenileşmenin gerekliliği şer iye mahkemelerinin yetersizliği  ve şeyhülislama verilmiş olması gibi durumlar eğitimin , diplomasının  toplum hayatının yeniliklere gereksinimini arttırmış ve dış etkiler ile ve şeriat mahkemelerinin yanında kurulu olan diğer mahkemelerin geliştirilmesi gereği , toprak kayıplarına neden olan hukuk boşluğu ve idaresizlik toplumsal güvenin kaybı yeni bir yasa yapılmasını gerektirmiş ve dönemin aydınları ulusal nitelikli ve yabancı kanunlardan kopya niteliğinde olamayan ve fakat etkisi olan bir yapıt meydana getirmişlerdir.Bkz. Öztürk O : a.g.e. ilgili maddeler açıklaması.

[30] Makal A: a.g.e.,(1997) s220 vd.: Tanör B:a.g.e, s 74 vd.

[31] Makal A: a.g.e. (1997) s. 243 vd.

[32]  Ökçün Gündüz: Tatil i Eşgal Kanunu 1909 ,Ankara 1982, s.2 vd.

[33] İbid.s. 5 vd,22 vd .; Makal A: a.g.e.(1997) ,s. 270 vd.

[34] 1908 yılında 27 grev vakası olmuştur. İttihat ve Terakkinin başlattığı oluşum sonucu işçiler ezilmişlikleri ve sömürülmeleri nedeniyle tepki ortamını yaratmışlar ve grevler başlamıştır. Ancak ne yazıktır ki İttihat ve Terakki işçilerin grev yapmalarını desteklemiş olmasına rağmen sonra onların karşısına dikilmiştir. Grevler 1919 a kadar sürmüştür. Yabancı işverenlere karşı yürütülen grevlerin Kurtuluş Savaşına yararı bulunduğunu da burada belirtmek gerekir.Ayrıntılı bilgi için bkz. Sülker K: a.g.e.( 1966)s. 18 vd. ; Sülker K.a.g.e.,(1955) s. 11 vd ; Işıklı Alpasalan:Sendikacılık ve Siyaset,Ankara 2005, s. 476 vd.

[35] Makal a: a.g.e., (1997) s.275  vd

[36] Ibid., s. 280 vd.

[37] Sülker K:a.g.e., (1966) s. 17 vd. :Sülker K:a.g.e., ( 1955), s. 14 vd.

[38] Işıklı Alpaslan: Gerçek Örgütlenme Sendikacılık, Ankara, 2003, s.167 vd.

[39] Sülker K. a.g.e., (1955) s. 10 vd.

[40] Işıklı Alpaslan: a.g.e., (2005) .s. 240 vd.

[41] Bu konuda kaynak eserler olarak , Mete Tuncay –Cemil Koçak Hikmet Özdemir -Korkut Boratav- Selahattin Hilav- Murat Katoğlu- Ayla Ödekan- anonim eser, Türkiye Tarihi, Osmanlı Devleti 1908-1980,Ist. 1990. 4 cilt  sosyal durumu açıklayan belge ve bilgileri ihtiva etmektedir.Ayrıca Makal A: a.g.e, s. 285 vd; Sulker K. a.g.e., s. 1955 s.10 vd: Taner T. a.g.e. de Osmanlı manzaralarını açıklaması açısından genel değerlendirmeye ışık tutan çalışmasını belirtmek gerekmiştir.

[42] Makal Ahmet: Ameleden İşçiye Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi Çalışmaları İstanbul 2007. s. 15 vd 30 vd,38 vd, 45 vd,56 vd,60 vd

[43] Sülker K: a.g.e.,s. 23

[44] İbid.

[45] İstanbul Vilayeti ve Belediyesi için yapılacak seçim tasarısı bekar olanların da seçim hakkı olmayacağını savunmuştur. Bu nedenle bu zihniyete karşı çıkan Türkiye İşçi ve çiftçi Sosyalist Fırkası, “ evlenme yaşına geldikleri halde bekar kalışın nedeni fakirlik ve zaruret olarak belirtilmiş ve proletaryanın öğrenim görmemesi ve evlenememesi bir kusur ise bu kusur doğrudan doğruya topluma aittir” denmiştir. Bkz İbid. s. 24-25.

[46] İbid., s. 26

[47] İbid., s. 27.; Işıklı A : Gerçek Örgütlenme, s.170 vd.

[48] Sulker K:a.g.e., s. 28 vd.; Işıklı A: Gerçek Örgütlenme, s. 478 vd.

[49] İşçiler aynı amaçla birleşeceklerine dağınık ve maceracı kişilerin etkisiyle Türkiye İşçi Derneğinin izinden gitmektense Sosyalist Hilmi namı ile maruf bir particinin peşinden gitmişlerdir. Bu kişi sosyalist partiyi dejenere etmek ve işçi işbirliğini yıkmak için faaliyet göstermiş bir kimsedir.(Sulker K: a.g.e.,,s.34) Esasen bu kişi İşgal kuvvetlerine arkasın dayamış ve İngiliz Dostları Cemiyetinin emirlerini icra etmiştir. Türk işçisi bu hareketin kendilerinin hak ve menfaatlerine olmadığını anlayarak bundan kopmuşlardır. Ancak olumsuz sonuçların engellenmesi mümkün olmamıştır.

[50] İbid.,s.39 vd ; Atatürk ve Hukuk,Yargıtay 130. yıl Armağanı, Ank 1999, s.106 vd. Makal A: Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri, 1920-1946, Ankara 1999, s. 139 vd

[51] Işıklı A: Sendikacılık ve Siyaset, s. 479 vd.

[52] O dönemde İktisat Vekili olan Mahmut Esat Bozkurt, işçileri koruması nedeniyle bakanlıktan istifa ettirilmiştir. ( Sülker K:a.g.e., s. 47.)

[53] İbid., s. 48, 50  vd

[54] Işıklı A: a.g.e., s. 478 vd.

[55] İbid. S. 479 vd., Işıklı A. Gerçek örgütlenme, s. 171.

[56] Atatürkçülük,  Ankara 1982 ,(Genel Kurmay Başkanlığı yayını – Atatürk’ün el yazılarından); Atatürk              ve Hukuk: a.g.e., s.284 vd.

[57] İbid.

[58] Çavdar Tevfik:Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960, Ankara 2003, s. 293 vd.: Sülker K: a.g.e., s. 68 vd; Alpaslan I: Sendikacılık ve Siyaset, s. 484 vd.

[59] İbid., ;Sülker, s. 68 vd.

[60] Makal A: Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri 1946–1963 Ankara. 2002 , bu dönem tarihi gelişimi ile ilgili ayrıntılar için bkz. ,s.73 vd.

[61] Sülker K: a.g.e., s.69 vd,73 vd;

[62] Esin Pars: Türkiye’de İşveren Sendikacılığı, Ankara 1974, s. 170 vd. Alpaslan I: Sendikacılık ve Siyaset, s.483 vd. ; Makal :  Çalışma İlişkileri., 2002., s.41 vd,

[63] Sulker K.; a.g.e.,  s. 73- 74 vd

[64] 1961 Anayasa dönemi ve yasaların çıkartılması konusunda TBMM nin önemli çalışmaları olmuştur. Devrin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’tir. Milletvekili Coşkun Kırca ile çalışma hayatında çağdaş ve emek ve sermaye ilişkisinin düzenlenmesinde belki de 100 yıllık bir öngörü ile yeni kurumları sisteme sokmak gayreti göstermişlerdir. Bunlardan birisi de  emeğin sermayenin yanında yer alarak yönetimde bulunması dır. Bu konudaki çalışmaları sonucunda kamu işyerleri bakımından bir hüküm getirilmişse de 440 sayılı İktisadi Devlet Teşekkülleri Kanununun 233 sayılı KHK . şekline dönüşümünde yönetime katılma kurumu metinden sermayenin talebi ve baskısı ile çıkarılmıştır. Oysa emeğin toplum hayatındaki önemi ve toplumun çağdaş ve bilgi toplumu olmasına imkan verecek bir kurumun temelleri atılmışken bilinçsiz ve ileriyi görememenin sonucu olarak vazgeçilmesi hazindir.(Bu konuda bkz. Ergin Berin (Doğan) İşçinin İşletmenin Yönetimine Katılması,Ist. 1973 ,s. 115 vd.

[65] Eyrenci Öner: Sendikalar Hukuku,İstanbul 1984,s. 55 vd.

[66] Sülker K: a.g.e., s. 78 vd. Sendikacılığa indirilen bu darbenin nedenleri Sülker tarafından şöyle açıklanmıştır: “ Amerikanın Marshall Planı Türkiye’ye  cazip gelmiş ve İnönü yönetimindeki CHP iktidarı bunun gereklerini yerine getirmeye çalışmış ve bu plan çerçevesinde Amerika Türkiye’de etkin olmayı ve işçi sınıfını da üst örgüt marifeti ile denetlemeyi istemiştir. Amerikan sendikaları üst kuruluşları aracılığı ile ve Hür İşçi sendikaları Konfederasyonu aracılığı ile planlar yapmıştır. AFL-CIO nun ünlü ve kişiliği ile tayüz etmiş Irwing Brown adlı sendikacı Türkiye sendikacılığını istenen yere çekmek için görevlendirilmiştir. Brown Türkiye’ye gelmiş , İstanbul işçi Sendikaları Birliği ile ilişki kurmuş ve 1951 de Milano’da toplanacak Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonunun toplantısına Türk işçi heyetinin konuk olarak çağrılmasını sağlamıştır.  İsmail Aras ve Mehmet Güler’den oluşan heyet Tercüman Ali Rauf Akan ile katılmıştır. Daha sonra İsmail aras Mehmet İnhanlı ile Amerika’ya davet edilmiş ve AFL-CIO nun kongresine katılmışlardır. Kongrede menfur Komünizme karşı mücadelede yer alacaklarını belirtmişlerdir. Ve Türk işçisinin hiçbir zaman komünistlerin aleti olmayacağını belirtmişlerdir. Ayrıca sendikacılık hareketinin NATO yu destekleyeceğini de belirtmişlerdir. “Bu konudaki diğer olaylar Türk_İş in Amerika’dan sendikacılık faaliyetleri için aldığı paralar ile ilgili aşamalar   ve işçi sendikalarının oluşumu ve çekişmeleri ve yönetimdekilerin partiler ile ile olan ilişkileri ile ilgili diğer  gazete yazıları için ayrıca  bkz Sülker: a.g.e.,  ,s. 78 vd.

error: Tüm içerik Hakları saklıdır.